3 Aralık 2011 Cumartesi

Küçük Bir Parça


Yalnızca görmek istiyorum seni. Her gün her dakika.. Sonra senin de beni görmeyi istemeni istiyorum. Bazen yalnızca gözlerime bak ya da sadece gülümse bana. 
Biliyorum her biri gerçekleştikçe git gide daha aç gözlü olacağım, ama aç gözlü olan ben değil, kalbim olacak. Sonra beni sevmeni isteyeceğim senden, sonra her umutsuz ya da üzgün hissettiğim anda sana sarılmak isteyeceğim. Beni ağlatmamanı değil, ağladığımda yanında olmak isteyeceğim. Her gün, her gün...
...

16 Kasım 2011 Çarşamba

Mail Beklentileri




Takıntılıydım aslında hala öyleyim ve bu huyumdan nefret ediyorum. Çoğu zaman başıma dert olmuştur bu huyum. Çoğu zaman diyorum çünkü ömrümde öyle bir an oldu ki geriye kalan her şeyi unutturdu bana. Takıntım yüzünden başıma gelmişti ve iyi ki de gelmişti. Şimdi geriye bakıp düşündüğümde ne kadar acı verse de bir daha asla böyle bir şey yaşayamayacağımı bilmek acı verse de yine de iyi ki diyorum iyi ki oldu.
İnternetten yabancı insanlarla konuşmayı hep sevmiştim. Farklı sitelere üyeliklerim vardı genellikle İtalyan insanlarla tanışmak isterdim. Sanırım o ülkedeki eserlere olan ilgimdendi. Gerçi hiç biri benim kadar ilgili değillerdi o sanat harikalarına. Aklımın ucundan geçmezdi hep İtalyan aradığım bir yerde bir Koreliyle tanışıp onunla bu kadar konuşacağım, bu denli ortak nokta bulacağım. Kore’yle ilgili yalnızca Kore Savaşı’nı ve BM genel sekreteri Ban Ki Moon’u bilirdim. Onları da bilmesem ayıp olurdu zaten. Alelade bildiğim bir ülkeden insana kendimi o kadar yakın hissetmiştim ki kendime inanamadım. Hala bile inanamıyorum. Sitte üzerinden bana mail atmıştı başta hiç dikkat etmedim kriterlerime uymuyordu. Bir kere Koreliydi oysa ben yalnızca İtalyan bir arkadaş arıyordum. Sonrasında ne yazdığını merak ettim ve maili okudum. O zaman kendime itiraf edemesem de yazdıklarından etkilenmiştim. Ülkeme olan merakı ilgisi ve saygısını öyle bir dille anlatmıştı ki bir an ekrana bakakalmıştım. Ben daha doğru dürüst bu ülke hakkında hiçbir şey bilmezken onun bana yazdıkları beni benden götürmüştü. Anlık bir içgüdüyle cevap verdim ona. Adı Han Jae Sun’du. Henüz soyadların isimden önce yazıldığını bilmediğimden ona Han Jae diye hitap etmiştim mailimde. Sonrasında biraz bile olsun araştırmadığım için kendime kızdım. Onun yazdıklarının yanında öyle basit kalıyordu ki azdıklarım ya da ben öyle hissediyordum. O yazdıkça cevaplarıma bakıp kendimden utanıyordum. İster istemez bu durumumdan ona da söz ettim cevabı beni etkilemişti. Nasıl yazdığımın değil ne yazdığımın daha önemli olduğunu söyledi. Yavaş yavaş ben de Kore hakkında bir şeyler öğreniyordum Jae Sun’dan. Öğrendikçe hayranlığım artıyordu ve ben engel olmadım, olamadım sadece. Daha yüzünü bile görmediğim bir adamın yazılarına hayran oluyordum. Bir şeyi fark ettiğimde artık çok geçti. Yüzünü bile görmediğim o adam hakkında çok şey öğrenmiştim. Düşüncelerini, yaşam tarzını, nelerden hoşlandığını… O da benim hakkımda birçok şey öğrenmişti. Beli tüm o öğrendiğim şeyler yüzünden belki de yazdıklarından bilmiyorum ama ona âşık olmuştum. Yazdıklarına hayranlığım, yazdıklarına âşık olmama sonra da Jae Sun’un kendisine âşık olmama sebep olmuştu. Ya da sağlamıştı mı demeliyim? Artık mail kutumu her açtığımda gözüm onun ismini arıyordu, yalnızca onun yazdıklarına odaklanmaya başlamıştım artık. Neredeyse dünyadan soyutlamıştım kendimi. Zaten çok olmayan arkadaşlarımdan gittikçe soğuyordum. Bir gün ülkeme Türkiye’ye ziyarete geleceğini haber veren bir mail yolladı. Gözlerimi monitörden ayırmamıştım kendimi tokatlamıştım artık hayal âleminde yaşıyorum diye. Ama gerçekti işte. Ne zaman geleceğini soramadım aklıma gelmedi bile. Yalnızca biraz dışarı çıkmak istemiştim o kocaman ev bir an gözümde minicik bir kutu gibi göründü. Arabama atladıktan sonra kendimi havaalanında buldum. Buraya geldiğimi fark etmemiştim bile. Allah’ım bana neler oluyor diye kafayı yiyordum. Her gün farkında olmadan kendimi havaalanında buluyor sonra kendime geldiğimde ise inanamayarak boş boş etrafa bakıyordum. Neden sonra maillerimi kontrol etmek geldi aklıma Jae Sun’dan mail gelmişti. Hem alaylı hem de yapmacık bir sitemkar havayla “Ne oldu yoksa beni görmek istemiyor musun? Ne zaman geleceğimi bile sormadın bileti iptal mi ettirsem?” demişti. Böyle bir şey yapmayacağını biliyordum, seziyordum. Karşılığında “Biraz meşguldüm kusura bakma cevap yazamadım. Çok sevindim senin adına ne zaman geleceksin havaalanından ben alayım seni.” yazan bir mail gönderdim. Her zamankilerden oldukça soğuktu bu. Ama çok sevinmiş görünmek de istemiyordum. Şimdi o maili düşündükçe ne kadar aptal olduğumu anlıyorum. Sadece basit birisi gibi görünmek istememiştim ama sonunda üzülen ben oldum. 6 gün sonra Türkiye saatiyle 3.30’da burada olacağını söyledi. Tabii ki o zaman hava alanındaydım. Ama o yoktu endişelendim bir an ya gelmezse diye ama geldi. Gelemden önce birbirimize fotoğraflarımızı attık. Bu şekilde birbirimizi bulabildik kolayca. Bunu da o akıl etmişti onu bu yüzden seviyordum belki de. Yalnızca 8 gün kaldı burada. Onun da beni sevdiğinden asla emin olamadım zaten böyle bir konuşma da geçmedi aramızda. Hem kim hiç görmediği birine âşık olurdu ki kendi kendimi şartlamıştım. Jae Sun’la 8 gün benim için çok çabuk geçti ama bu sürede ona daha fazla aşık olmuştum. Yalnızlığımı onun sayesinde yenebilmiştim fiziksel olarak değil ama ruhsal açıdan. Uçağa binmeden elime bir defter verdi ve uçak kalkmadan önce kesinlikle açmamam konusunda çok sıkı tembihledi beni. Eğer açarsam benimle bir daha asla iletişim kurmayacağını söyledi. Benim için öylesine önemliydi ki bunu yapsam bile farkına varmayacağını bilsem de uçak kalkmadan defteri açmadım. Şimdiki aklım olsa ne yapardım acaba? Emin değilim doğrusu. Uçak kalktıktan sonra defteri açtım ellerimin ıslandığını fark ettim bir an. Gözlerimden yaşlar akıyordu farkında değildim. Şimdiye kadar hiç ağlamamıştım oysaki. Defterde benimle ilgili düşünceleri yazıyordu benim asla emin olamadığım düşünceler… Ben onu hakkında ne hissettiysem aynılarını o da benim için hissetmişti. Hem mutlu hem üzüntülüydüm. Karmaşık duygular… Ondan önce asla yaşamadığım şeyler bunlar. Yine de içimde biraz umut vardı yine konuşurduk belki ben giderdim onu yanına kim bilir. Kafamda bu ve buna benzer düşüncelerle eve gittim. Mail kutuma bakmak istedim birden nedendi bilemezdim. Jae Sun’dan bir mail gelmişti bir an şaşırdım zira daha yeni yanımdan ayrılmıştı üstelik uçaktaydı. Ama mail dün gelmişti o yanımda olduğu için hiç dikkat etmemiştim. Maili açtım, şöyle bir göz gezdirirken ‘lösemi’ kelimesine rastladım donmuştum o an. Bunu ne anlam geldiğini biliyordum. 11 yıl önce kardeşim bu hastalıktan hayata gözlerini yummuştu. O benim tek ailemdi. Şimdi ömrüm boyunca kardeşimden sonra sevdiğim sevebildiğim ilk erkeğin aynı hastalıktan ölecek olması hayatın anlamsız olduğunu hissettirdi bana. Gözlerim hiçbir şeyi görmedi bir süre. Ölmemesini istedim ama o bana çoktan haber vermişti öleceğini. Beni sevdiği için benimle yüz yüze konuşmak istediği için bir kez olsun gözlerimin içine bakmak istediği için gelmişti buraya bunları yazmıştı mailde. Sonra onun gözlerine hiç bakmadığı fark ettim öyle alelade bakışlardı benimkiler görmemiştim yalnızca bakmıştım. Ne olursa olsun bakmalıyım diye düşündüm ve havaalanındaydım. Gözlerini görmek istiyordum şimdi gitmezsem eğer başka hiçbir zaman göremeyeceğim gözleri görmek için gitmeliydim ve gittim. Ondan 1 buçuk saat sonraki uçağa binmiştim. Hiç umudum yoktu ama havaalanında buldum onu öyle en yalnız köşede oturuyordu yalnızca bakıyordu boş boş. Aynı benim yaptığım gibi. Karşısına geçtiğimi fark etmemişti bile dizimin üstüne çöktüm gözlerini gözlerimle aynı hizaya getirdim ve öylece baktım sadece baktım ilk kez birinin gözlerine dikkat etmiştim. Birbirimize baktık sadece ne kadar hiç bilmiyorum. Tek kelime çıkmadı ağızlarımızdan zaten gerek de yoktu biz böyle de anlaşıyorduk. Ben ona onu ne kadar çok sevdiğimi haykırıyorum, neden erkenden gitti diye kızıyordum neden erken gelmedi diye kızıyordum neden bana beni sevdiğini söylemedi diye kızıyordum gözlerimde o da cevap veriyordu. Kısa bir süreliğine dudaklarımız birbirine değdi hiç hatırlamıyorum nasıl ve ne zaman olduğunu, hipnotize olmuş gibiydim. İçimdeki aşk acıya dönüşüyordu. Aşkım bitmeyecekti ama yanına bir de kocaman acı eklenecekti. Ben yalnızca bunu biliyordum. Ve Jae Sun’un gözlerini… Dudaklarımız ayrıldığında elime küçük bir defter daha verdi gözlerime son kez baktı ben de onunkilere…
Defteri açtım bir süre sonra defterin neden küçük olduğunu söylüyordu bana. Onu takip edeceğimi ve bu defteri bana verebileceğini dilemişti. Dileğini gerçekleştirdiğim için mutluyum Jae Sun seni takip ettim her zaman ederim ölümde bile yayına gelirim diye düşünüyordum yazdıklarının devamını okudum. Başka bir dileği daha vardı: hep mutlu olmam ve onun yerine de yaşamam. Şimdi elimden geldiğince bu dileğini de gerçekleştirmeye çabalıyorum. 4 yıldır bunun için çabalıyorum. Yalnızca onu hatırlayarak mutlu oluyorum ve olmaya devam edeceğim…

9 Kasım 2011 Çarşamba

Kendime İtiraf




Atarlı ergenler gibi her tipini beğendiği çocukla ilgili ‘seviyorum, çok acıtıyor, hayat böyleymiş bunu da öğrendim, hayat hep beni yoruyor’ triplerine girmeyi istemiyorum. Allah yaşatmasın zaten o tripleri. Ama sonuç olarak benim söyleyeceğim garip şeyler var içimde kalmasın istediğim. Pek kimseyle üzerinde konuşmak istemediğim şeyler, buna rağmen yazmak istiyorum ve biliyorum birileri daha öğrenecek. Gerçi anlamadığım noktalardan biri de bu aman kimse bilmesin, ben de yapıyorum bunu ama kendime göre sebeplerim var benim neyse buraları geçelim. Kendime şaşırdığımı anlatmak istiyorum ben.

‘Aşka inanmıyorum’ benim cümlem buydu birkaç ay öncesine kadar. Hiç inanmadım aşka zaten saçma gelirdi belki birinden hoşlanırdın ama yakışıklı bulursun güzel bulursun diye hoşlanıldığını düşünürdüm (E yalan değil ben de arkadaşlarımda yakışıklı çocuk gördü mü keserim şöyle bir, şimdi ne gerek var saklamaya herkes yapmıyor mu sanki?). Hele bir de kız tuvaletlerinde duyduğum konuşmalardan sonra haklı olduğumu düşündüm hep. Aklımda kalan kadarıyla bir tanesini özetleyeyim:
-Canım, X’den ayrıldım ama bilmiyorum tekrar teklif ederse barışırım zaten şimdi sevgilim de yok.
+Teklif etmezse?
-Hmm o zaman Y ile çıkarım zaten çıkma teklif etmişti e boşta kalmaktan iyidir dimi?
Etrafımda böyle konuşmalar duyup da gerçekten aşkın var dolduğuna inanmamı beklemeyin benden. İki mesajla sevgili olup ertesi gün 5 dakika geç mesaj attı diye ayrılan aptallar var. Ya da ilk defa birisiyle “1 ay” çıkıp en uzun ilişkim bu oldu onu çok seviyorum diye mırç mırç konuşup 1 hafta sonra ayrılan insanlar tanıyorum. Benim etrafımdakiler mi sorunlu ben mi sorunluyum bilemedim ama işte bunca şey sebep olmuştu bana. Çok içlendim, çok sinirlendim şimdi, sakinleşeyim de konudan ayrılmayayım ben. Arada belirteyim aşka inanmazdım, en azından beni bulacağına ama şu k-dramaların etkisi olsa gerek hep öyle aşık olmak o klişeleşmiş süreçleri (daha az acıyla ve sinir bozucu etkenlerle) yaşamak istemişimdir. Böyle de dengesizimdir varya.

Sanrım tahmin ettiniz ama olsun söyleyeyim bunca giriş, kendime inanamasam da birinden hoşlandığımı itiraf etmek içindi. Dershanede hemen arkamda oturan çocuktan hoşlanmıştım. Nasıl, neden hiç bilmiyorum. Çok yakın arkadaşlarım o evremi pek hatırlayamasalar da tanımadığım ortamlarda başlarda sessiz hatta fazla sessiz olurum insanlar benim kimseyle konuşmak istemediğimi bile düşünebiliyorlar bazen o derece. Bir önceki yıl derse sürekli geç kalırdım dershanede, dedim ki yeni bir yerdesin erken gel de rezil olma. Bu sefer de kaptırmışım yarım saat önceden geliyorum sürekli neyse. Kimseyi tanımadığım için ayrıca sınıfta kimse de olmadığı için sürekli kitap okuyordum derse kadar. E çocuk da o sırada önümden geçiyor doğal olarak ama emin olun ki bir süreye kadar doğru dürüst suratını görmedim hatta saçı ne renk diye sorsaydı biri emin olun hiç bilmezdim o derece bakmamışım arkamı da dönemiyorum şimdi, hem dönsem ne diyeceğim ki çok saçma bir durum ortaya çıkardı. Derslerde falan hocalarla ya da teneffüslerde sınıftakilerle falan konuşuyor bu çocuk ama ben nasıl tanımadığım ortamda sus pus kalıyorum bu da o kadar rahat, çok özenmiştim varya. Sesinden etkilendiğimi hatırlıyorum ama duysanız öyle ahım şahım bir sesi yok aslında normal bir çocuk ama, oluyormuş işte inanmadığım o şey varmış gerçekte. Hiç sebepsiz kendini birine yakın hissedebiliyormuşsun, onunla saatlerce konuşmak isteyebiliyormuşsun ya da ağladığında sana sarılıp başka kimsenin senin ağladığını görmesine izin vermemesini isteyebiliyormuşsun. Başlarda sadece sıradan bir beğeni diye düşünmüştüm zaten yaz kursu bitti araya bir, bir buçuk ay girdi farklı şeylerle uğraştım aklıma getirmedim bile. Normal dönem başladığında farklı sınıflardaydık zaten biz. Hiç görmediğim için bittiğini düşünüyordum aslında öyle olmasını istiyordum, e sonuçta ben hep aşka inanmıyorum derdim, kendimle çelişmiş oldum. Bir gün teneffüste koridorda dolanırken gördüm onu yaklaşık 2 ay olmuştu görmeyeli, yanında iki ya da üç tane kız da vardı o zaman fark ettim ki kendime boşuna telkin vermişim o kadar, boşuna hayır demişim. Bir de nedense suratına bile bakmak istemedim, zaten sonra fark ettim ki ben de böyle oluyor bu iş, o beni görsün önce o selam versin… Gururum mu yemiyor nedir bilemedim ama böyle oluyor işte. Zaten bir ya da iki kere daha gördüm sonra sınıfı değiştirdim ben onun bir üst sınıfına geçtim ama programlarımız farklı o sabah geliyorsa ben öğleden sonra hani. Ama aynı sınıfı kullanıyoruz ha haa. Ne işime yarayacaksa…

Okuldan sadece 3 arkadaşım biliyor aslında sadece o üçü biliyor. Kendi içimde yaşamayı seviyorum ben böyle şeyleri. Kendi kendime mallaşıyorum en azından, insanların beni sıradan birisi olarak görmelerinden korkuyorum belki de. İçlerinden yalnız birine neredeyse her ayrıntısını anlatıyorum o da dershanede karşı sınıfımda zaten. K-dramalar demiştim ya düşününce onlar gibi ayrıntılar yaşadığımı fark ettim. Örneklendirmek istiyorum ama benimle dalga geçmek yok zira ben yeterince kendime gülüyorum.
1 numara: okul döneminin başlarındayım (eylül gibi) dersim sanırım 12.30da bitiyordu. Kitaptı, defterdi ıvır zıvır almak için metroyla dershane arasındaki büyük bir kırtasiyeye girdim. Oraya girince böyle vakit akıyor sanki. Dershaneyle metro arası 5 dakika ama ben metroya indiğimde 14.30 gibi bir şeydi. Tam gişelere ilerliyorum kartı çıkardım kafamı bir kaldırdım önümde.Ttamam bir 5-6 metre vardı aramızda ama algıda seçicilik midir nedir gördüm ama o ne selam verdi ne bir şey. Bozuldum tabi farklı yönlere gittik e sonradan dank etti kafama görmemiş olduğu neyse kısmet.
2 numara: Geçenlerde TÖDER sınavına girdik (ÖSS, YGS-LYS ciler bilir) sınav çıkışında kitapçık elimizde (o karşı sınıftaki arkadaşla –ki bundan sonra A-) konuşuyorduk. Kafamı kaldırıp sağa doğru baktım O da bekliyordu ve elinde telefon vardı benimle aynı anda kafasını kaldırdı göz göze geldik ama işte dangalaklığım tuttu gene. Bir gülümseyip Merhaba diyemedim aynen önüme döndüm nedense. Ama boğazımda damarımın attığını hissediyordum o sırada. A, ‘kızım niye öyle yaptın bir merhaba deseydin’ dedi sağ olsun. Ama o anda sadece reflekslerim iş gördü benim.
Şu iki örnekle geri zekâlı ergen âşık kız modda, her gördüğüm an eridiğimi falan düşünüyorsunuz sanırım. Yok yok neyse ki son örnek hariç kendime hâkim olabiliyorum, davranışlarıma bakıp kimsenin anlayabileceği gibi davranmıyorum neyse ki.

Şimdi de sınıf arkadaşlarımdan bahsedeyim, çok kopuk anlattım fark ediyorum ama affedin artık. Sıra arkadaşım bu kadar anlattığım bu çocuğu merak edince ben de hemen okulun internetinden faydalanıp göstereyim dedim ayrıca “yazın ben bakmıştım ama yok facebook’ta yine de bir bakayım” diye ekledim şansa bakın ki koca bilgisayar ekranından bulamadığım çocuğu benim dandik telefonumdan buldum hem de ilk sırada. Zaten garip bir adı soyadı var 10 tane çıkıyor bunun adından. Ahanda dedim budur ama minicik profil fotoğrafını büyüttüğüm için suratı belli olmuyor arkadaşım (artıkın L) bu ne öyle suratı belli olmuyor ki. E haklı kız ama arkadaş eklemediğim için diğerlerini de göremiyorum. L ekle dedi ama yemiyor tabi aklımdan ‘kaç ay olmuş şimdi mi ekliyor’ der diye düşünüyorum. Parmağım -Add Friend- yazısına dokunup dokunmamak arasında kaldı yapamadım kafamı kaldırdığım bir anda ‘sağ olsun’ L ekledi. İçim gitti o an ama bir yandan rahatladım da. Neyse birkaç gün sonra kabul etmiş gördüm L’ye fotosunu gösteriyorum bak bu diye. Oo iyiymiş tipi dedi, içten içe bundan korkmuyor değildim. Bir suç işlemiş gibi yüzünü bile görmemiştim hoşlandığımda dedim. Öyle işte arada aklıma geliyor ama böyle mal gibi platonik platonik takılıyorum dengesiz gibiyim.

‘Bu kadar yazdın e bari bir gelişme var mı?’ diye sorarsanız sınav çıkışı karşılaştık çok tatlı bir şekilde (ya da bana öyle gelen bir şekilde) gülümseyerek ‘Merhaba’ dedi ben de gülümseyip ‘Merhaba’ dedim bir ya da iki kez merhabalaştık o kadar. İstiyorum ki doğru dürüst bir şeyler olsun ama öyle aptal ilişkilerden olmasın. Pek de umudum yok ama…

PS: Böyle manyak gibi günlük kıvamında yazmışım baymadım İnşallah sizi.

18 Mayıs 2011 Çarşamba

Tae Yang'ın Doğum Gününe Özel


Tae Yang’ın doğum günü hatırına bugün farklı tarzda bir yazı yayınlamak istiyorum. Umarım beğenirsiniz zira blogda hiç olmayan bir tip farkındayım…
Hayatımda ilk defa sizin yüzünüzden fangirllük yaptım ben. İlk defa şarkınızı her dinlediğimde, her sesinizi duyduğumda çıldıracağımı sandım belki de. Sıradan bir grup olarak asla görmedim ben sizi. Sizin varlığınızı öğrenmek uzun zamanımı aldı ama sonunda sizden haberdar olduğumda asla vazgeçmedim. Önce yakışıklı birkaç çocuktan oluşan normal bir grup özüyle araştırmıştım ama şarkılarını dinlediğimde öyle olmadığını fark ettim. Haru Haru şarkısının sizin olduğunu bilmeden kaç ay dinledim ben, hem de her gün, ayıla bayıla dinledim. Her gün ne kadar güzel bir şarkı olduğunu kendi kendime hatırlattım hep. İlginçtir ki rap-hip&hop’tan nefret eden bana rap’i sevdirdiniz, dinlettirdiniz, hala da dinletiyorsunuz hatta gelecekte de dinleteceksiniz. Buna inanıyorum. Grup olarak harikaydınız, ama cesaretiniz, yeteneğiniz ve belki de hepsinden öte azminiz vardı ve her biriniz solo çalışmalara imza attınız ve çok da başarılı oldunuz. Şimdi düşünüyorum da benim için grup olarak ne ifade ettiğinizi, ardından bunu başka bir zaman düşündüğümde neler olduğunu hatırlıyorum. En yakın arkadaşlarımdan biri, aynı zamanda da bir VIP olan bb’nin yanında neler olduğunu hatırlıyorum. Benim için ne ifade ettiğinizi sanırım o gördü ve bunu anladı. Sadece şarkılarını dinlemekten ve sizi yakışıklı bulmaktan ibaret görmüyorum size olan sevgimi. Benim için “umut” demeksiniz. Evet “umut”. Yanlış hatırlamıyorsam BB Documentary sizlere hatırlatıldığında utanmış ve bunun ortadan kaldırılması gibi bir şey söylemiştiniz. Oysa aksine bence insanlar izlemeli zira onu izlediğimde size olan hayranlığım katlandı, saygım katlandı. Sizler gibi olmak istedim bir an. Hedefine kilitlenmiş, tüm zorluklarla mücadele ediyor ama kimseden nefret etmiyordunuz. Sizi tam da ulaşmak istediğim hedefim, rüyam konusunda umutsuzluğa kapılmışken, ona ulaşamayacağım korkusuyla yaşarken tanıdım. İşte tam da böyle bir zamanda sizi tanımak önceleri beni eğlendirdi sonraları ise umudum oldunuz. Artık hayallerime ulaşamayacağımı düşündüğüm an aklıma sizleri getiriyorum. Korktuğum zaman siz eliyorsunuz aklıma, vazgeçmediğimde azimle çalıştığımda ulaşabileceğimi biliyorum artık. Her birinizin ayrı ayrı her türlü özelliklerini seviyorum ben. Biriniz bile eksik olsa BIGBANG’in BIGBANG olmayacağını, olamayacağını biliyorum ben.

 Strong Heart programında güldüğünde gözlerinin incecik bir çizgi haline gelmesini ve o anda herkesin dikkatini çekmesi, bu sevimli halini herkesin sevmesini seviyorum ben. Saç tipin oldukça uzun bir zaman aynı kalmasını ve hatta küçükken bu yüzden sana kirpi denmesini seviyorum. Gerektiğinde bir lider gibi davranabilmeni seviyorum. Bu kadar kibar olmanı minicik küçücük bir çocuğa o kadar sıcak sarılabilmeni, çocukları bu kadar sevmeni seviyorum. Gereksiz yere bu kadar uğraşsan da kaslarını seviyorum ben. Sabahın bilmem kaçına kadar çalışmanızı seviyorum (evet bunu seviyorum ama bu kadar yormayın kendinizi lütfen). Ne kadar başarılı olursanız olun hep daha fazla çalışmanız gerektiğini düşünmenizi ve bizleri yani VIP’leri bu kadar sevip düşünmenizi seviyorum. Sonuç olarak seviyorum hepinizi, ayrı ayrı.

Ve doğduğun, bizlere senin gibi birine (en azından) hayran olabilme şansını verdiğin için teşekkür ediyorum.

Doğum Günün Kutlu Olsun, BIGBANG’in sevimli kibar ve yetenekli üyesi Tae Yang. Ama her şeyin de ötesinde Young Bae.

NOT: Bugünlerde radikal bir karar alıp blogda her türlü yazı paylaşacağım. Bir Güney Kore sevdam var bilenler bilir. Zaten birkaç post önce bir Kore dizisinin adını paylaşmıştım. Aklıma geldikçe Kore ilgili de yazabilirim haberiniz olsun sevgili okuyucularım.




28 Şubat 2011 Pazartesi

Impossible Is Nothing


“Impossible Is Nothing” dilimize sakız olmuş, çoğu için sıradan bir sözden ibaret değil. Bir kısmı içinse ‘umut’ demek. Aslında koca bir yalan. Yıllardır ağzımızda gezinen şu söz koca bir YALAN! Adı üstümde ‘imkânsız’ zaten yapılabilecek olsa adı imkânsız olmazdı. Böyle olmazdı değil mi? Onlarca örnek sayabilirim şurada; imkânsız olan ama asla gerçekleşmeyecek olan. Küçüklüğümüzden beri bir yalana inandırılmışız, hem de topu topu 2-3 klişe cümle ile. Birisi tahmin edeceğiniz gibi “Impossible is nothing” diğeri ise “Zoru başarmak kolaydır, imkânsızı başarmak zaman alır”. Birkaç uydurma cümle ile her şeyi yapabileceğimize inandırıldık. Bazen düşünüyorum da biz insanlar gerçekten kolay kandırılıyoruz. Birinin söylediği herhangi bir şey bizi tatmin ediyor hoşumuza gidiyorsa anında doğru oluyor. Çoğu zaman cidden aptalız, kendimizi neden zeki sayıyoruz ondan bile haberim yok ya gerçi.

Üç beş klişe hayatımıza yön verirken biz sadece uyum sağlıyoruz. Bir taraftan imkânsız derken bir yandan da imkânsıza inanmamak bizi tutarsız yapıyor. Eğer imkânsızın başarılabileceğine inanıyorsan o zaman imkânsıza inanmamalısın ki bence eğer başarabileceğine inanıyorsan imansız olduğuna inanmıyorsundur. Aslında onun imkânsız olmadığını biliyor ama -bir nevi- kendini tatmin etmek için imkansız olduğuna ve başardığına inanıyorsundur. İmkânsız başarılabilecek bir şey olsa adı imkânsız değil ‘imkanlı’ olurdu zaten.

Sözün özü yoktur öyle bir şey. Yıllarca “Var” dedikleri şeylerin çoğu aslında yoktur. Tüm bunlar ‘büyüklere masallar’ dır bana göre. Çocukken anlatılan masallar artık anlatılmaz olunca başka masallara ihtiyaç duyuyoruz. Uyduruyoruz işte sonunda bir de inanıyoruz. Ya da inanmasak da umut ediyor, öyle olmasını diliyoruz. 

14 Şubat 2011 Pazartesi

Koşullar Dünyası



Özgürler sorumlulukları almalı. Özgürlükler sorumluluklara bağlı olmalı. Her şey bir şeylere bağlı olmalı.
Eğer sorumluluğunu alırsan yapabilirsin neden olmasın.
Eğer bunu yaparsan sana o elbiseyi alırım.
Eğerlerle _se _sa larla dolu hayatlarımız. Her şeyin karşılığı olmalı. Elbette olmalı. Zaten karşılığı yoksa şüphe duyarız ya. İşte o şüpheye sebep olan yetiştirilme şeklimiz. Böyle yetiştirilmemize sebep olan yaşadığımız dünya. Aşk bile karşılıklı değil mi? Çoğu zaman en masum, en güzel olduğuna inandığımız en azından öyle olması gerektiğini düşündüğümüz… Aşk da iki kişinin KARŞILIKLI sevgisine dayanıyor. Karşındaki seni sevmiyorsa aşktan, sevgiden vazgeçip hemen onu suçlamamız neden? Karar verdim. Öyle karşılıksız aşklar, ölümüne sevmeler artık sadece dizilerde kaldı. Dizilerde deyince aklıma geldi: My Girlfriend Is A Gumiho. Arada tavsiye olunur neymiş diye bakmak isteyenler: http://koredelisi.wordpress.com/2010/09/22/my-girlfriend-is-a-gumiho-kiz-arkadasim-dokuz-kuyruklu-bir-tilki/ 

Haa bir de masallarda. Yaşadığımız dünya izin vermiyor artık. Verse de biz rahatımıza öyle düşkünüz ki kendi canımızı öylesine seviyoruz ki asla böyle masalların gerçekleşme ihtimali kalmıyor.

Bu yazı nereden aşka geldi hiç haberim yok doğrusu. Şu “Sevgililer Günü” zımbırtısı içime mi işlemiştir nedir? Facebook’ ta saplar günü varmış 15 Şubat’ta. Ona mı katılsam acaba tüm çağrıları dikkate alıp diyorum. Gerçi sevgilisi olmayan herkes ‘sap’ mıdır? Orası da ayrı soru. Ya ben tek başıma, hayır hayır unutmuşum hayallerimle mutluysam… Bakınız yalnız kızın kendini avutma çabaları. 

8 Şubat 2011 Salı

İstenmeyen Son



''Yüzyıllardır oynanmasına rağmen hiçbir seyirci; sahneye fırlayıp Romeo'nun zehirli iksiri içmesine engel olmamıştır. Sonunda geminin batacağı bilindiği halde; Titanic defalarca izlenmiştir.
Bitecektir korkusuyla aşktan kaçarsan hayattan hiçbir tat alamazsın.
Çünkü Romeo ölmeli, Titanic batmalı, ama aşk her şeye rağmen yaşanmalıdır...''

İşte ben engel olmak istiyorum. Romeo&Juliet’i her izlediğimde, her okuduğumda dur Romeo o ölmedi, Juliet ölmedi sakın intihar etme. Diye bağırmak elinden zehri almak gidip ailelerine içirmek istiyorum. Her seferinde içimden dur diye bağırıyorum, ama duyuramıyorum. Aşka dair umutlarımızdan olsa gerek hep mutlu sonlar istememiz. Hani diyoruz âşık olacaksam Romeo gibi birini bulmalı Juliet gibi âşık olmalıyım diye. Evet, öyle olsun istiyorum ama sonunu benden yazmak istiyorum. Hatta taa en baştan ben yazmak istiyorum. Bu kadar imkânsız olmasın diye prensin yeğeni öldüğünde aileleri barıştırmak, Romeo ve Juliet’i kavuşturmak istiyorum. Duygusal anlarda duygusal planlar, duygusal istekler… Sonra düşünüyorum, diyorum ki eğer benim istediğim gibi yazılsa Romeo ve Juliet efsane olmayacaktı. Onlar gibi âşık olmak isteyen insanlar olmayacaktı. Onların aşkları sıradanlaşacak, normalleşecek, önemsenyemeyecekti. Belki o ikisinin aşkı da bu kadar büyük olmayacaktı. Düşünüyorum da aşkta düşünmeye yer yok -, işte bu yüzden Romeo intihar eder, bu yüzden asla onsuz yaşamayı düşünmez. Ama artık o aşklar sadece kitaplarda, sahnelerde, dizilerde kaldı. Bu melankoliyi seyretmeyi seviyoruz çünkü artık gerçekleşmeyen şeyleri görmek istiyoruz belki de. Çocuklara bu yüzden masallar anlatılıp bu yüzden o ilginç çizgi filmleri izletiyoruz ha. Hayatın gerçeklerinden bıkmış usanmış, gerçeklerini görmekten korkuyoruz. Ama sonunu bilsek bile aşktan korkmak her şeyden korkmak gibi. Kaza yaparım diye araba kullanmamak, bir maganda kurşunu isabet eder diye sokağa çıkmamak gibi her şeyden uzaklaşmak demek bana göre. Ama her şeye açık, korunmasız olmak da yine kendimi acıtacak. İroniler dünyasında yaşayıp yine bu dünyada ölüyoruz. En azından denemek ve acı çekmek asla denemeyip pişman olmaktan çok daha iyidir.

7 Şubat 2011 Pazartesi

Korkunç Rüyalar



Başlıca bakıp kanmayın derim size. Öyle kâbuslardan falan bahsetmiyorum ben. Aslında son derece harika –bana göre- rüyalar görüyorum. Korkunç olan bunların asla gerçekleşmeyeceğini bilmek. Taa en başından bilmek acıtıyor hani. Öylesine güzel şeyler…

Hani derler ya neyle çok uğraşırsan rüyanda onu görürsün diye. İşte onu tasdikliyorum bugünlerde. Uyurken fena değil de uyanıp da gerçek olmadığını görmek… Yazık bana yahu. Ama karar verdim gideceğim Kore’ye. Göreceğim onları. Kimleri mi? Büyük ihtimalle ilk duyduğunuzda salak mısın sen diye bir tepki vereceksiniz. Çekinmeyin verin lütfen. Zira bu konuyu duyunca bende üff bu ne böyle aptal aptal şeyler demiştim. Demek ki neymiş büyük lokma ye büyük söz söyleme. Gerçi artık büyük lokma da yememek lazım. Spor yaptığım bile yok sonra o büyük lokmalar nereye gider maazallah. Neyse konu Kore, evet evet bildiğimiz Güney Kore (Ya da bilmediğimiz her neyse.). Aslında dizileri, müzik grupları ve oyuncuları ki sanırım sonrasını anladınız. Aynen öyle işte bugünlerde rüyalarımda görüyorum. Sanki 40 yıllık arkadaşımmış gibi davranıyorlar. E uyanınca hiç hoş olmuyor doğal olarak. Ama anlamadığım bir konu var 2008’den beri ben bu adamları izliyorum. (Tamam, o zamanlar manyak falan değildim. Görürsem dizileri izlerdim o kadar ama olsun.) Son günlerde, son günlerde derken yaklaşık 2-3 aydır her grubu inceliyor şarkılarını dinliyorum. Ama neden şu son 3 gündür bunlarla alakalı olmayan bir rüya görmüyorum veya görüyorsam da neden hatırlamıyorum. Neyse düşünmeyeceğim artık. Olan oldu, olmaya devam ediyor. 

Fazla gerçekçiliğimin bir arka yüzü varmış bence. Bilinçaltım gerçekçiliğimden bıkmış mıdır nedir?  Gerçekleşmeyeceğini bildiğim şeyleri gösteriyor bana. Yoksa acıdı mı bana bari uyurken mutlu olsun şu kızcağız diye… Gerçi bu durumda kendi kendime acımış oluyorum ya hadi neyse...

27 Ocak 2011 Perşembe

Beyinden Sızanlar



Twitter’ın nimetlerinden henüz yararlanmaya başlayan ben yeni yeni paylaşımlar yapıyorum artık. Paylaşımlar dediğim de daha 7 tane. Duyan da çok şeyler yazdım sanacak. Takip etmek isterseniz “vestamit” kullanıcı adım. Ne alaka sanki. Biliyorum buraları çok boş bıraktım. Özledim yazmayı, ama yazıp da yazdığımı beğenmemek yok sinirimi bozuyordu. Uzun uzun olmasa bile artık yazacağım boş kalsın istemiyorum sanki.

Bugünlerde etrafımda garip şeyler dönüyor. Merak etmeyin öyle paranormal tipler şeyler değil. Ama arkadaşlık ilişkilerim büyük depremler atlatıyor sanki. Artçılarla başlayan bu depremler oldukça uzun sürüyor bence. Başlarda bu durum sinirimi bozsa da şimdilerde bunların iyi olduğu kanısına vardım. Sanki çürük bir duvarla korunaklı, iyi olan duvarı ayırt etmek gibi geliyor. Ama üzüldüğüm bir şey varsa bazıları çabuk kanıyor oyunlara, sonunda yıpranan kendisi oluyor. Ortalığı karıştıranlar eninde sonunda hak ettiğini bulmalı diyorum. Bulacağına inanıyorum, zira bazen Polyannacılık oynamak hepimizin işine geliyor. Bazen bu oyun bize umut veriyor, bizi ayakta tutuyor. Her ne kadar gerçekleri dibine kadar bilsen de inanmamak bir süre daha idare ediyor. Her ne kadar bazıları büyük hasarlar bıraksa da depremler uzun sürmez bunu unutmamak lazım.