17 Kasım 2012 Cumartesi

Anlamsız Sorular, Arayışlar





Bu yıl tekrar hazırlanmamın en iyi yanı, bu yıl tanıştığım insanlardır. Net. Bu insanların başında ise geçen yıl tanıştığım bu yıl Türkçe-Edebiyat hocam olan Dursun Hoca vardır. Kendisi tanıştığım insanlar arasında “tanınmaya” en değer insandır. Konuşmasıyla, bize aktardığı gözlemleriyle, önerileriyle bilgi birikimini ister istemez göz önüne seren bir insan. Burada bahsetmek istediğim geçenlerde bir derste geçen konuşma. Şöyle ki; yanlış hatırlamıyorsam geçen hafta sınıfça oldukça tepkisiz, sessiz, bezgin bir haldeydik. Hatta o kadar ki sınıfa giren her hoca “Arkadaşlar bir tepki verin diye isyan ediyordu”, neyse o sıralar Dursun hocanın dersi vardı (konuya nereden geldiğimizi hatırlamıyorum çok da önemi yok zaten), kendisine tepki vermemizi gerekirse eleştirmemizi istiyordu. “Arkadaşlar, beni eleştirebilirsiniz, şununuzu bununuzu beğenmiyorum diyebilirsiniz. Hatta sizi sevmiyorum da diyebilirsiniz. Benim için fark etmez, ben de size ‘ben de seni sevmiyorummm’ demem; ben, ‘olabilir, sen beni sevmeyebilirsin ama bana karışamazsın ben seni seviyorum’ derim.” Demişti. O sıralar derin düşünceler içerisindeydim, gerçi şu an da çok farklı durumda değilim ama olsun; gözlerim tüm bu süre boyunca sırama bakıyordu sonra bu cümleleri duydum, ister istemez Dursun hocaya bakıyordum. Aynı anda bir süredir kafamda olanlarla bu sözleri bağdaştırıyordum. O dersten sonra da bunu düşünmeye devam ettim, tüm bu yaptıklarının amacı ne, bu zamanlamanın sebebi ne, ne yapmalıyım, ne söylemeliyim ve belki de tüm bu soruların cevaplarını anlamsızlaştıracak bir şey daha: ne hissediyorum? Bu soruların birçoğuna cevap bulamadım ama birine sanırım cevabın var: önceden her gördüğümde ne hissediyorsam, o yazıyı yazdığımda ne hissediyorsam, o yazıyı okuduğunda ne hissediyorsam aynı şeyleri hala hissediyordum. İşte tam burada Dursun hocanın söylediklerinin aslında tam da benim söylemek istediklerim olduğunu fark ettim, sen ne dersen de, ne hissedersen hisset bana karışamazsın. Seni seviyorum ve şundan eminim ki bunu asla unutmayacağım. 

Kaichou wa Maid-Sama’nın bir bölümünde şöyle bir replik vardı: “Aşk hissi bir yerlerden başlıyor. Başkaları karşı çıksa bile, kendinde kabul edemeyeceğini bilsen bile, bir kez bu hissin farkına vardıktan sonra, durduramazsın.”

-Olabildiğince sakin olmaya ve her şeyi akışına bırakmaya karar verdim. Belki çok zor olacak ama sonuçta ne kadar uğraşırsam uğraşayım bazı şeyleri asla planlayamam.
-Kimseden nefret etmemeye, kimseyi suçlamamaya karar verdim. Belki bunu da başaramam ama deneyeceğimi çabalayacağım. Bu durumumu da sanırım 1Q84’teki şu cümleler özetler: “Ben birilerinden tiksinerek, nefret ederek öfke duyarak yaşamaktan artık yoruldum. Hiç kimseyi sevemeden yaşamaktan da yoruldum.”
-Bu kez vazgeçmemeye karar verdim. Yorulsam da, bıksam da vazgeçmek için içimdeki heyecanı kaybetmek istemiyorum. Ne kadar zor gelirse gelsin gerekirse en başından başlamak için gücümü yitirmek istemiyorum. Çünkü yaşamak, yaşarken yeniden doğmakla keşfedilir.

Bu kısa ve dağınık yazıya Sevgili Can abinin yazısından kendime pay çıkardığım kısımlarıyla devam etmek istiyorum ki yazısının tamamını da buradan okuyabilirsiniz.

-Bazıları tabularını yıkmak ister, yenilere açık olmayı arzular.
-Bazıları sevgiye açtır, sokak sokak dolaşıp birinin onu bulmasını ister.
-Bazıları sarılmak, birine dayanmak ister.
-Bazıları hep mutlu gözükür, içi kan ağlasa bile bunu dışarıya yansıtmaz.
-Bazıları müziğe aşıktır, hayatlarından en önemli olgulardan biri müziktir.

13 Kasım 2012 Salı

Ara Sıra

Küçükken okulda bana söylenen hangi yalanlara inandığımı hatırlamaya çalışıyordum. Aklıma ilk gelen ilk okul hocamın birkaç yıl içinde hiç gece olmayacak. Uzaya kocaman bir ayna yerleştirecekler Güneş ışınları aynadan karanlık tarafa yansıyacak böylece aydınlatma için elektrik harcanmayacak demişti. Düşündüm ve saf gibi inandım buna. Hatta bir ara vayy süper fikir aydınlatma parası yok ne güzel falan diyordum hatta evdekilere de anlattım. O zaman abim olmaz öyle şey diye dalga geçtiğinde ama öğretmen öyle söyledi olcakmış yaa diyordum. Lan o yaşta o öğretmenle kavga edecek akıl varmış da şuna nasıl inanmış, doğruluğunu savunmuşum ben. Aynı öğretmenin basit bir olaydan sonra tüm sınav notlarıma rağmen "Seni sınıfta bırakırım hiç bir şey de yapamazdım diye azarlamasına karşı çıkıp öyle bir şey yapamazsınız. Sınavlarım ortada, belgelerle mi oynayacaksınız; diye o geçersiz ve inandırıcılıktan uzak tehditlerine boyun eğmemiştim. Hatta şimdi hatırladım arkadaşlarım teneffüste onun yanına gidip öğretmenim lütfen bırakmayın Meltem'i, özür diler lütfen demişler. Bana özür dile geldiklerinde dilemiycem, bıraksın bakalım sınıfta bunun idarecisi var milli eğitimi var. O yazılı kağıtlarıyla nasıl sınıfta bırakıyomuş beni dediğimi hatırlıyorum. Öyle de manyaktım. Bu arada bunlar 4. ya da 5. sınıfta gerçekleşiyor. 

Ara sıra çok zeki, ara sıra çok aptal, ara sıra çok cesur olabiliyormuşum. Ve sanırım hala böyleyim. Bazen her şeyi herkesi anlar oluyorum bazense gözüme sokula sokula kazık yiyor ve hiçbir şey anlamıyorum.

12 Eylül 2012 Çarşamba

Watashi mu shitte iru!




Watashi wa shitte iru!

Ben de biliyorum!

Ben de farkındayım birçok şeyin;  etrafımdaki karmaşanın, insanların, belki yaşadıklarının… Yaşadığım, gördüğüm, duyduğum olaylara bu kadar tepkisiz soğuk kalmam tüm bunların farkına varmamam değil. Aksine neredeyse hepsinin farkındayım ama ne abartılı tepkiler vermem ne hakkında konuşmam ne de oturup ağlamam hiçbir şeyi değiştirecek değil. Toplumun ‘üzücü olay duyduğun anda tepkini vermelisin, yorumunu yapmalısın’ baskısına boyun eğmek bana göre değil sanırım. İnsanların oturdukları yerden atıp tutmalarını da sevmiyorum. Hiçbir işe yaramayan yorumlarını ya da sızlanmalarını da. Ve hatta her duyduklarına inanıp bunu düşünmeden deli gibi savunanları da sevmiyorum. Ve evet farkındayım; insanların davranışları hakkında yorum yapmak bana düşmez.

Çevrendekilerden farklı olduğun için suçlanman, dışlanman… Toplumun (her toplumun) en büyük ayıbıdır bence. Sırf biraz değişik görünüyor diye daha iki cümle konuşmadığın bir insan hakkında atıp tutmalar, senden farklı şeyleri seviyor diye zevksiz diye suçlamalar, senden farklı düşünüyor diye aptal diye yaftalamalar… Uzadıkça uzayan önyargılar ve kendimizden başka herkesin yanlış olduğunu savunmamız, ‘ben böyle değilim’ demeyin sakın! Her insan böyledir, herkes kendi doğrularını savunur. Benimse karşı çıktığım bu değil. Benim karşı çıktığım asla yanlışı olmadığını düşünmek, başkalarının farklı zevkleri, farklı davranışı ya da farklı konuşması olabileceğini ve bunun aslında gayet normal olduğunu unutmak.

Aslında toplumsal normlara bazen aşırı bağlanabiliyorum, bazen küstahlaşabiliyorum, bazen insanları kırabiliyorum ve çoğu zaman yanlışları hemen ortaya çıkarmak istiyorum. Kabulümdür hepsi. Bu yüzden benden nefret eden hatta aşağılamayan çalışan inşalar tanıdım, farklı göründüğüm için lakaplarım oldu. Küçük bir kızken tüm bunlardan nefret eder onlara cevap verirdim, susmalarını isterdim, dayanamadığımda ağlardım. Hiçbir yararı olmadı. Bundan sonra da olmayacak! İnsanlar acımasızdır, çoğu zaman sizin de kırılabileceğinizi unuturlar ve canları istediği gibi davranırlar. İşte tam da bu yüzden onların deyimiyle “ruhsuz” olmak en iyi çözüm bence. Zamanla uğraşmayı bırakırlar sonunda, belki sizden bir şekilde korkarlar ya da ‘tuhaf’ olduğunuzu düşünürler. Bırakın insanlar sizi böyle görsün ne fark eder ki. Onlar için problemli olan sizsinizdir ama bu tabloya dışarıdan bakınca kimdir asıl problemli olan?

Birçok şeyin karşısında ruhsuz, tepkisiz kalmak belki çoğu insan için anormaldir. Ama aynı zamanda yaşananlara mantık çerçevesi içinde bakmanızı sağlar, subjektif olmanızı engeller bence. Daha önce dediğim gibi ‘tabloya dışardan bakmanızı’ sağlar.

**Tamamı kendime ait düşüncelerdir. Tabi ki farklı düşünebilirsiniz yadırgamam. Zaten yazının da bunun üzerine kurulu.

Farklı olanı kabul edin. Farklı olan yanlış olan demek değildir zira…

5 Eylül 2012 Çarşamba

Tıkanmış boruları açmak lazım...


Günler günler önce (haftalar önce de olabilir) twitter’da kendime söz verdiğim gibi blog için bugün yazıcam demiştim. Ve sonuç olarak bloğa hiçbir şey eklemedim. Aslında yazmıştım 1 sayfa kadar falan. Sonra tekrar okumaya üşendim, düzenlemeye üşendim bla bla bla.. Bilgisayarın bir köşesinde duruyor olmalı o yazı taslak halinde. 

Ablam Rize yaşıyor, geçen sene bir ilçesine taşındı kendisi okul öncesi öğretmeni efenim. Bundan bahsetmemin sebebi: ablam yaz tatili için Ankara’ya gelirken yanına kocamaaaan bir valiz almış. 5 tane falan ceket vardı yanındaki pantolonları, tişörtleri, gömleklerini de eklemek lazım bu listeye. Tabi pijamaları, eşofmanlarını falan saymadım bile. Ceketleri getirmesini hala anlamış değilim zira Ankara’nın yaz sıcağı korkunç olur ki yaklaşık 15-16 yıldır burada olduğumuza göre biliyor bu durumu :D (Bu sıcakların olduğu dönemde dışarı çıkmayı falan geçtim oturmak, kalkmak, uyumak bile işkence. Yemek yemek bile istemiyorsunuz o derece). Üstüne üstlük bir de hazır Ankara’dayken aldığı onca şey (kıyafetten ev eşyasına bir ton şey) olunca “Beni bırakın Rize’ye orda çok sıkılıyorum hiç gelmiyorsunuz” diye sitem yaptı sonunda ailece kendimizi burda bulduk. Geldiğimizin ilk 2 günü aralıksız yağmur yağınca birden buraları sevmediğimi fark ettim, Ankara’yı neden bu kadar sevdiğimi de fark ettim. Gelmişken bir sürü yeri gezdik hatırladığım kadarıyla yazayım şimdi:

-Ayder Yaylası
-Zilkale
-Sürmene Manastırı
-Rize’de muhtelif kafeler (manzara için)
-Yarın da Uzungöl planlıyoruz bakalım.

Fotoğraf makinemi boşaltmaya üşenmezsem foto da ekleyeceğim ama kısmet :D Gerçi twitter’da birkaç foto paylaşmıştım, çoğunlukla gittiğim yerlerin tabelası olsa da benim için bu da bir şey. Aa bu arada Rize yolunda Sagra’nın fabrika mağazasını bulduk, deli bir Sagra fanı olarak hemen daldım mağazaya hihihi. Daha önce marketlerde görmediğim birkaç şey gördüm hemen aldım, kaçırmam. 

Önceden yazdığım yazıyı eklemek istemediğim için yeni konular yazayım dedim. Ama çok sıradan bir hayatım var yazacak değişik şeyler bulamıyorum. Ya da bazen böyle hiçbir şey yapasım gelmiyor belki de o dönemlerimde yazmaya çabalıyorum. Ve evet şu an büyük ihtimalle fark ettiğiniz gibi konudan konuya dınk diye atlıyorum. Ki gece uyumaya çalışırken gözlerimin açılıyor ve beynime tonlarca düşünce akın ediyor. Ne düşüncelerden vazgeçebiliyorum ne de uykudan… Saçma. 

Yine bu tarz uyku öncesi beynin canlandığı bir gün aklıma çok güzel bir hikaye (ya da daha uzun bir şey) konusu gelmişti. O gün inat ettim sadece genel konuyu yazmak için yaklaşık 1 saat falan geç uyudum. Belki daha uzun emin değilim. Uyku hazırlıklarımı da bitirdikten sonra saat sabah 5e falan geliyordu. Ama hala gerçek bir başlangıç yapamadım o konuya o da ayrı mesele. Kararlıyım bu kez, halletmeden vazgeçmeyeceğim. 

Tekrar başka bir yere atlıyorum :D Pretty Little Liars’ı yaklaşık iki haftadır falan izlemiyordum daha doğrusu izleyemiyordum neyse. Bugün oturdum kaldığım yerden yani 3x6’dan başladım en son 12 yi izledim sonra öğrendim ki ara vermiş. Birden yıkıldım yahu oldu mu şimdi? Neyse Game Of Thrones’u da bitireyim. Biraz mangayı da biraz ilerleteyim hazır piyasada dizi yokken.
Ara bilgi: Üniversite tercih olaylarından falan bahsetmiştim. Efenim bu sene yerleşmedim aslında çok üzülmüş sayılmam bu durum için hatta biraz rahatladım gibi. Ama öte yandan önümdeki yaklaşık 10 ay falan da ürkütücü gelmiyor değil. Ve dersaneden sınıf arkadaşımın puanı benimkinden 1,5 puan kadar fazlaydı çocuk Selçuk hukuk iö’ye yerleşti. Bu sene ciddi manada çalışmayı planlıyorum. Bu sene YGS’den sonra yaptığımı yapmamak demek oluyor bu. Hadi hayırlısı…

Bu not üzerinde uzun zaman düşündüğüm ‘bir şey’le ilgili. Belki de sırf içerdekiler ilerlesin diye tıkanmış boruları açmakla ilgili… Bir mesaja cevap yazarken beynimin bu kadar durduğunu hiç hatırlamıyorum. Mesajı geçtim hatırladığım kadarıyla tüm hayatımın çok çok az bir kısmında bu kadar “ben olmak”tan uzaklaştım. Sonunda bir ara, bir anda yazdım. Hiç okumadıkların bunlar:

**Haklıydın. Sana yazdıklarımın, duygularımın samimiyeti konusunda haklıydın sonuna kadar. Her şeyi en ince ayrıntısına kadar düzgün yaptım mı bilmiyorum ama yaptım bir şeyler. İyi kötü… 

~~Anlık duygu boşalmalarıyla kimseye hiçbir cevap vermeyin.

3 Ağustos 2012 Cuma

Küçük Bir Anı



Durduk yere aklıma gelen bir anımı anlatmak istedim size. Birçok YG takipçisinin bildiği bir şey bir nebze. Geçen sene 2NE1 Lonely’yi çıkardığında bir cover yarışması yapmıştı hani olay bunun üzerine gelişiyor belirtmek istedim.

Arkadaşımla yarışmaya katılmaya karar verdik, yarışmanın ödülleri de oldukça cezbetmişti bizi. Özellikle YG binasını gezme ve 2NE1 konser bileti hemen algılarımızı açmıştı. Yarışmanın başladığı hafta bizim sınav haftamız olduğundan pek ilgilenememiştik ama sonraki hafta, klibin senaryosu, çekilecek yerler, kıyafetler, makineler, oyuncularımız hepsini düşünüyorduk ki oldukça ciddi ciddi planlamalar yapmıştık. Bunları yaparken aynı zamanda şarkıyı seslendirmek için provalar yapıyorduk, o beni çalıştırıyordu ben onu. Gerçi ben ses konusunda pek kendime güvenmiyordum ama sağ olsun arkadaşım cesaretlendirdi. Bir süre bununla uğraştık. Kayıt yapacağımız stüdyoyu araştırdık bayağı. Zar zor bir tane bulabildik randevu aldık falan. Biz tabi böyle olayı ciddiye alıyoruz falan 10 dakika falan geç kaldık daha 5-10 dk yolumuz var. Amanın 1 saat randevu aldık ya bizden sonrakiler gelir de bizim randevu yatarsa falan diye. Ama boşuna tabi biz stüdyonun olduğu apartmana bir girdik; aman Allah’ım burası neresi; falcılar, dövmeciler var ilk katlarda kapıları açık içeriye göz atıyoruz garip, karanlık saçma sapan yerler böyle. Biz de 3 kızız, ben beraber şarkıyı söyleyeceğim arkadaşım bir de bir arkadaş var o da çekim yapacak falan…

Neyse gittik stüdyoya, şarkıyı söylüyoruz, önce arkadaşım söyledi kendi kısımlarını, ben daha acemiyim ona göre. Sonra sıra bana geldi benim kendini ara sıra dışarı vuran sosyal fobim ortaya çıktı (zaten ne zaman çıkmaz ki), şarkıyı adam akıllı söyleyemiyorum bir de öyle süper iyi bir sesim yok anca kontrol ederek söylüyorum. Bir kere söyledim bozukluklar var, arada sesim titriyor falan; bir deneme yapalım kayıt yapmıycaz dediler bana. Sonra söyledim ben, içeri geçtim arkadaşım az öncekini kaydettik biz bir dinleyelim dediler o biraz daha iyi olmuş, bak iyi ki kaydetmişiz bunu falan diyorlar. Onu dinledikten sonra az buçuk kendime güvenim de gelmedi değil hani :D . Sonuçta kaydı bitirdik neyseki, düzenlemeleri yaparken biz de hem ordaki abiyle konuşuyoruz hem kendimiz sohbet ediyoruz fotoğraflar çekiniyoruz falan. Hele bir tanesi var ki onu çok seviyorum böyle siyah-beyaz bir foto.

Aynı gün bir de okul şenliğimiz vardı, Hayko, Gripin falan gelmişti. Hayko bana pek hitap etmiyor ama Gripin bir başkaydı yahu. Sahnede aynı bir ışıkları var onların, o şarkıların her biri 10 kat daha güzel geliyor kulağa. Öyle çok sıkı bir Gripin takipçisi değilim ama yine de unutulmazdı. Gerçi mahalle sakinlerinin şikâyetleri sonucu erken bitirmek zorunda kaldılar benim de hatta herkesin de içine oturdu ama her türlü iyiydi ya.

Klip çekimi için bir erkek oyuncu lazımdı, evet klasik bir senaryo ama eldeki imkanlarla ancak bu kadar çıktı. Şimdi erkek oyuncu kim olsa diye düşünüyoruz ama öyle çok da seçeneğimiz yoktu; iki arkadaş vardı ki birinin hemen dalga geçeceği aklımıza gelir gelmez vazgeçtik. Diğer arkadaşımız da kırmadı bizi sağ olsun hem yardım etti hem oynadı. Ona bu teklifimizi sunarken küçük bir şaka da yaptık beraber zaten o an ki suratını hayatta unutamam. (Bu şakayı ifşa etmek isterdim ama yapmasam daha iyi olacak galiba :D)

Çekim yapacağımız yerleri gözden geçirdik, iki günümüz vardı bunun için. Olabilecek en uygun mekanları taradık bir de Ankara’da olunca öyle çok estetik mekan gelmiyor insanın aklına. Sonunda Çengelhan Müzesi, müzenin olduğu sokak, Ankara kalesi, Ulus’taki Kore Anıtı (zaten olmazsa çatlarız :D), Gençlik Parkı falan filan geldi aklımıza. Sonra mecburiyetten dolayı eski TBMM bahçesini de kullandık gerçi bir işkenceydi orada çekim yapmak. Neden derseniz bahçede bile olsa üç ayak kullanamıyormuşuz bunun için Kültür Bakanlığı’ndan yazılı izin gerekliymiş, dilekçe yazıp bekliycekmişiz falan. Hepimiz yok artık topu topu bir üç ayak kullanacağız, zaten bina bile gözükmeyecek merak etmeyin hem Türkiye’de bile kullanılmayacak diye yalvardık durduk ama pek çare olmadı bu duruma. Ve bizde çekim yapacak kimse yok herkesin sahnede yer alması lazımdı. Ordaki görevli amcalardan rica ettik de bizim için deyim yerindeyse üç ayak görevi gördüler sağ olsunlar.   
  Çengelhan Müzesi 
   İçerinin bir kısmı

(küçük not: Çengelhan Rahmi Koç Müzesi adı. Oyuncak müzesi Ankara'ya gelirseniz görün bence.)

Çengelhan müzesine çekimine gelirsek müzeye girmeden izin falan aldık ordakiler çok iyilerdi hem müzenin önünde hem de içinde çekim yapmamıza izin verdiler. Orayı bilenler bilir üst kat odacıklarla dolu; bu durum hem işimize geliyor hem çekimi zorlaştırıyordu. Bir de üstüne ana okulu gezisi olması dolayısıyla ortada 5-6 yaşlarında minicik çocukların olması o daracık yerde çekim yapmayı iyice zorlaştırmıştı. Müze önünde çekim yaparken birden yağmur yağmaya başlamıştı gerçi biz o durumu kullanıp daha güzel şeyler çekmiştik yehuu. Bir ara kaleye çıktık hem mimari hem de manzara olarak güzel yerler vardı ki kaçırmayız efenim :D. Üstüne bir de rüzgar ohh daha ne isteriz saçlar püfür püfür… Bir ara gençlik parkına gittik hem oynayıp hem çekip yaptık orda, öncesinde parkı şöyle bir gezip çekime en uygun noktaları seçtik falan. Sonra madem geldik bari biraz oyun da oynayalım; korku tüneline girdik evet cidden yaptık bunu. Filmlerdeki gibi ciddi, güzel, gerçekten korkutucu bir yer olur diye hayal etmiştik ama tabi ki olmadı. Cidden ne düşünüyorduk bilmiyorum, sonuçta Ankara’dayız diğer aletler ne ki korku tünelinden ne çıksın. Valla verdiğim paraya hala acıyorum bakın üstünden 1 buçuk sene geçmiş hala içime oturmuş o derece. Aa bir de vidyonun başlangıcı için Kore Anıtına gittik rezalet zaten. Güvenlik görevlisi ailesini toplamış duvarın dibindeki 5 metrekare çimin üstünde piknik yapıyor. Afalladık açıkçası biraz. Biraz mı yok ya böyle ağzımız açık kaldık. Bir de geziyoruz etrafı diye garip garip baıyorlar bize. Biz mekanı amacı için kullanırken garipsemeleri de ilginç hani. Bu arada gara da gittik kaçırmayız hiç yerler mermer, hemen dibimizde hızlı tren duruyor daha kalkışına yarım saat var, atmosfer iyi. Hemen başladık olaya. Ve bitirdik, galiba. Tam hatırlayamıyorum şimdi, zaten feci derecede yorulmuştuk hatta ölmüştük sanki. o kadar yürümek yetmezmiş gibi sırtımızda kıyafetler, kameralar, üçayak gibi ıvır zıvırları da taşımak zordu efendim. Bir de bunlarla dolaşan 3 genç: gelen geçen dönüp bakıyor ulen hiç mi görmediniz kamerayla dolaşan insan görmediniz, Ankara’da yaşadığımızı düşünmeyi bırak hiç turist de görmediniz yahu. O ne öyle…

Tüm çekimleri hallettikten sonra sıra evlere dağılma aşamasında. Hepimiz metroya doğru ilerliyoruz. Yorgun haldeyiz, yorgunluk ne bıraksalar kaldırıma yığılırız o derece ölmüşüz hani. Bir de feci sıcak hava, ben zaten bembeyazım güneş gördü mü kızaran bir cildim var yorgunluğun farkına vardıkça vücudumdaki yanık acısını da fark etmeye başlıyorum. Uzun bir yürüyüş sonunda (ya da bize öyle gelen) Ulus metrosuna ulaştık. Ama hala çekmemiz gerek tek kişilik yürüyüş sahneleri var ki ertesi gün falan yaparız diyoduk. Neyse metroya indik, sessiz sakin hafif karanlık, gizemli, bir koridor üstelik ortasında böyle yuvarlak kolonlar falan var az buçuk daha estetik duruyor bir de hafif loş. Ohh dedik burada çekelim şunu da bir daha uğraşmayalım. Metro boşaldıkça insanlar geçiyor şöyle bir baktık insanlar geçerken daha güzel duruyor aman onları da bekleyelim dedik. Şarkı yalnızlık temasında ya millet geçerken daha yalnız görünürüz diye. Onu da bitirdik evet. Metroya bindiğimizde bildiğiniz yığıldık koltuklara, ciddi manada hem de. Eve gittiğimde çantayı, kamerayı falan bıraktım bir köşeye hemen eşofmanlarımı giyip koltuğa serildim bir yandan da yanıyorum bayağı. Acıyor yahu bildiğiniz… Annem de yazık internetten araştırıyor güneş yanığının acısını ne giderir diye gerçi gene kendi bildiği yöntemi uyguladı ama olsun. Patatesleri alıp ince ince kesiyorsunuz böyle oldukça inceler ama. Sonra onları yanık yerlere koyuyorsunuz şaka maka azaltıyor yanık acısını. Acı azalınca ben de uyumuşum. Uyandım makinedeki resimleri kontrol ediyorum ne göreyim benim uyurken patatesli fotoğrafımı çekmişler, ablam hemen makineyi elimden aldı silmeyeyim diye. İki gün dalga geçtiler yahu.

Sonrasında o görüntülerin montajıydı, sırasıydı derken uğraştık bayağı. 4 dakikalık vidyo montajı için 400 lira isteyen bile oldu, yuh dedik artık. Neyse montajı bir fotoğrafçıya yaptırdık, kullandığı programdan dolayı her şey bizim istediğimiz ya da hayal ettiğimiz gibi olmadı ama yine de mutluyduk yahu. Vidyoyu gönderdik biz gönderdiğimizde ilk 21i seçmişlerdi bile. İlk 21 deki dandik vidyoları görünce diğerleri de böyleyse bizimki 21 herhalde diye sevinmiştik. Sonuç: kazanamadık, 21de ile değildik. Üzüldük evet, emeklerimiz boşa gitti falan dedik. Ama sonuçta her şeye rağmen iyi ki yapmışız diyorum hala. Mesela anlatacak bir anım var oldu böylece.

Şunu da eklemek istiyorum: şarkı düzenlemesini yapan abi bilgisayarı balkonun kenarına koymuş, biz de oturuyoruz koltukta, sorun oldu muhabbetleri falan oldu. Ben de olayı kaçırdım bilgisayara bir baktım dumanlar çıkıyor içinden. Aha dedim o kadar uğraştık bilgisayar mı yandı ne oldu. Hayır bilgisayar yanmamış abi sigara yakmış ben de fark etmedim bilgisayarın diğer tarafına koymuş dumanlar da öyle bir çıkıyor ki bildiğiniz alet yanmış gibi. Biz kızlar bunu küçük sırrımız olarak saklamıştık ama anlatmak istedim birden :D Dalga geçmeyin lütfen ya da geçin…

*** Şimdi düşündüm de nerden aklıma geldi diye. Sanırım yaptıklarımdan pişman olmadığımı hatırlatmak istedim kendime. Bazıları aptalca, bazıları imkansız şeyler yaptım, göl kenarlarında yürüdüm az kalsın düşüyordum mesela ya da güneşin en tepede olduğu vakitte Nevşehir’i arşınladım ya da 3-5 tane yanan taş örmek için 1 küsür km dağ tırmandım, yazmak istediklerimi de yazdım, anlatmak istediklerimi de anlattım … Başta niye yaptım bunları falan dedim ama aklıma geldikçe gülümsüyorum, iyi kötü şeyler hatırlıyorum. Ve bir şeyleri yapmadığım için pişman olmuyorum…



31 Temmuz 2012 Salı

Hissettiklerim, Kafamın içindekiler



Bir kaç gün önce, uzun süredir aklımda olan bir şeyi yaptım. Aslında nasıl yapacağım konusunda bir fikrim yoktu, çok tereddüt de ettim. Sonra birkaç hafta öncesinden yazmaya başladığım yazıyı bitirdim, bitirebildim. O yazıyı bitirmek için haftalarca çok uğraşmıştım ama becerememiştim. Her neyse küçük bir şifreleme, sonra kısa bir mesaj. Telefon numarası için çok uğraşmamıştım, zira birkaç ay önce sadece bir kez gördüğümde ezberlemiştim bile.

Tüm yazdıklarımı ismi şifrelenen bir blog hesabına ekledim (google sayesinde artık kendi bloguma giremesem de). Sonuna da küçük bir not: merak edersen sezar şifresi bu, diye. Belki daha süslü cümlelerdi belki de daha açıklayıcı emin olamıyorum şu an. Tek sorun şifrelenen kelimenin pek bilinen, hatta büyük ihtimalle kimsenin bilmediği bir kelimenin olmasıydı. Aslında kelime bir çeşit karmaydı; bir kelimenin tamamı ve diğerinin bir kısmı. Neyse ki biraz yardımla çözdü. Kim olduğumu anlaması çok uzun sürmemiştir diye düşünüyordum nitekim de değilmiş.

Ne oldu? Neden yaptım? Nasıl hissettim? Nasıl hissediyorum?
Bunların cevaplarından emin değilim. Neden yaptım, çünkü aklımın bir köşesi sürekli beynimi yiyordu. Bilmesi onun hakkı, sonsuza kadar kendine saklayamazsın diye. Sonra kendi kendime düşündüm. Bir kere, iki kere, üç kere yetmedi, ne kadar düşünürsem sonunda aklımı kurcalayan cevap bulamadığım ve muhtemelen asla cevap bulamayacağım şeyler vardı. Başkalarıyla konuşurken, onlara destek ya da fikir verirken aslında hiç zorlanmadığım aklıma geldi. Kendimle konuşurken asla böyle olamamıştım, bir çeşit lanet gibi belki. Sonunda bir şeyi yapmadığın için pişman olmaktansa, yaptığın için pişman ol mantığıma göre hareket ettim. Tüm bu şifrelemeler falan belki de anlaşılmamak içindi farkında olmadan emin değilim.

Nasıl hissettim, nasıl hissediyorum; içimde bir yerde şöyle 50 kiloluk kaya varmış gibi ya da kocaman bir hava boşluğu var ve tüm iç organlarıma baskı uyguluyormuş gibi. Buna benzer şeyler işte. Tüm bunların sebebinin zaten bildiğim bir şeyin yüzüme vurulmasından dolayı olduğunu düşünüyorum. Kibar cümlelerle “üzgünüm” demek emin olun karşınızdakine fayda sağlamıyor. Ne faydası?.. Zaten sevgili beyimizin bir kız arkadaşı varmış, evet daha önce düşünmedim değil bu ihtimali hatta kızı bile düşünmedim değil. Ama insan bu şekilde hissedince, kabul etmek hep daha zor oluyor, üstelik ortada benim ‘kesin’ olarak bildiğim bir şey olmaması beni bu durumda az buçuk haklı yapmaz mı? Neyse beyimiz tarafından facebook’ta arkadaş listesinden çıkarılmıştım; mantıksız bulmadım açıkçası ben onun yerinde olsam ben de böyle yapardım. Dur bir dakika ben onun yerinde değilim, hiç olmadım ve büyük ihtimalle hiç olmayacağım da. Asıl ilgimi çeken beyimizin kız arkadaşının da beni silmesi, ne yani manyak tipler gibi mesaj atıp rahatsız edeceğimi ya da dizilerdeki gibi kötü, şeytansı bir görüntüyle ‘bırak onun yakasını yoksa olacaklardan ben sorumlu olmam’ modda dolanacağımı mı düşündü kim bilir. Garip. Tüm bunlar üzerine tercih yapsam mı yapmasam mı ikilemi eklenince, beynim patlayacak gibi hissediyorum. Günlerdir kafam fazlasıyla dolu, zaten duygularımı dış vurmayı pek sevmeyen (aslında çok da beceremeyen) biriyim. Her türlü duygumu konuşmaktansa yazmayı daha kolay bulan bir tipim. Ki bu son meselede de (daha açıklayıcı olmak gerekirse aylardır hissettiğim bir takım duyguları “bir çocuğa” açıklamak) yazmak çok daha kolay oldu benim için hatta tüm o yazdıklarımı ezberlesem de konuşamazdım onun karşısında, en azından suratına bakamazdım. Her neyse tüm bunlara karşı ikisini karşıma alıp vücudumda kalan son enerji parçalarıyla son ses bağırmak isterdim: “Benim de kendi sınırlarım var tabiki. Bu kadar abartmanıza gerek yoktu” diye. Gerçi şimdi düşününce ortada abartılmış bir şey olduğunu göremedim. Hey durun, yine de tüm bu hisler başlamadan önce hep ön planda tuttuğum mantığım bile kabul etmekte zorlanıyor bazı şeyleri.

Tüm bunlar olurken, beynimi patlatacak derecede düşünürken bazı şeyleri, tek yaptığım; gülümsemek. Gece olup da yatağına yattığında ağlayan birisi de değilim artık. Gerçi ne zaman oldun ki? Gece yatağıma yatıp, örtüyü üzerime örttüğümde her şeyi tüm yaşadıklarımı tekrar tekrar düşünüyorum; her seferinde neyin neresinde hatam oldu anlamak için. O hataları bir daha asla tekrarlamamak için. Hayır. Böyle bir şey asla ama asla gerçekleşmiyor, her seferinde kocaman yanlışlar denizinde yüzerken buluyorum kendimi. Sonra tekrar düşünüyorum, keşke zamanı geri almam mümkün olsaydı diyorum, ardından kendime “Hatalarımız olmadan hiçiz üstelik zamanı geri almana imkan yok Meltem dur, kendine daha fazla işkence yapma bu kadar düşünerek”. Durmamın imkanı yok gibi geliyor bazen her şey tekrar tekrar başa saracakmış gibi. Keşke bağıra bağıra ağlayabilsem diyorum belki o zaman içimde dura dura patlayacak olan şeyler gider. Hayır başaramıyorum, etrafta birileri varken yapamam da, ama yalnızken de başaramıyorum. Aynanın karşına geçtiğimde beyni düşüncelerle dolu, bunların hiçbirini kimsenin anlamasına izin vermeyen ve ifadesiz bir kızla karşılaşıyorum. Ama asla içimdeki umudun gitmesine izin vermeyeceğim, bunu biliyorum. Bazen her şeyi unutmama yardım eden o umudun gitmesine izin vermeyeceğim.

Tüm bu duygusal bunalımlardan gerçek dünyaya dönersek eğer; tercih konusunda büyük sıkıntılarım var. Önceki yazımda bahsetmiştim hayalimi kendimi nereye bağladığımı. Lakin pek mümkün gözükmüyor. Yazabileceğim hukukları yazdım (tamam aslında hepsini değil, istemediğim birkaç yeri yazmadım, benim gözümde öcü gibi olan yerleri yazmak pek de mantıklı gelmedi), sonrasında siyaset bilimlerini. Bu gece işletme çarptı gözüme bilkent’in işletmesini yazsam mı acaba diye düşünüyorum. İşletmeyle ilgili tonlarca yorum okudum ve kafam daha çok karıştı: bir kısım 750 tl.ye bile anca iş bulunduğunu söylerken bazıları da daha mezun olmadan P&G gibi şirketlere yapılan başvuruların kabul edildiğini. Tabiki P&G’ye (not ortalaması çok da harika olmadan) kabul edilen Bilkent’liymiş. Bunları yazmalı mıyım yoksa tercih yapmayıp seneye hem istediğim yere girmek hem de bir nebze olsun kırılmış onurumu geri mi almalıyım emin değilim (onurumu geri almak falan deyince sanki 300 yıl önce sürülmüş bir evlat gibi hissettim birden :D ). Sonuç: yok. Ne yapacağımı bilmiyorum ve bu tercih meselesi için çok da vaktim olduğu söylenemez. 

Her neyse şu sıralar Avatar’ı izliyorum. O kadar animeyi Japonca izledikten sonra Avatar’ın İngilizce olması başta garip, oldukça garip gelse de zamanla alıştım. Üçüncü sezondayım, ve oldukça hızlı ilerliyor. Hatta Monster’dan çok daha hızlı ilerliyor. Bunun sebebi birinin diğerinden iyi olması değil zaten tamamen bambaşka kategorideler. Ama Avatar’da 1 bölümde olup biten hikayelerin olması hızlandırıyor olabilir. Sürekli şu kimdi, bu napacak, şunun planladığı ne olabilir, gibi düşüncelere Monster’daki kadar dalmadığım için olabilir. Saçma sapan şeyler var gülünecek ve bu cidden iyi oluyor. Monster’ın tek bir sahnesinde bırakın gülmeyi, hafif bir tebessüm edeceğim sahne bile yoktu. Neyse Avatar bitince ya Legend of Korra’ya, ya Game of Thrones’un ikinci sezonuna ya da Person of Interest’e başlamayı düşünüyorum. Bu aralar pek Kore dizisi izlemiyorum. En son Rooftop Prince izledim ve evet daha yeni izledim. Bütün bir yıl ders çalışmaktan tek bir Kore dizisi bile izlememiştim. Başlarda izleyememek zordu çünkü kaç yıldır izliyordum. Şunu fark ettim ki diziler güzel ama izlenmeden de yaşanıyor. Yani olsa da olur olmasa da moda geçiyorum. Yine de terk etmedim k-drama dünyasını hihi.

Hazır Kore’ye girmişken k-popa da değinsem fena olmaz sanki. Hele de T-ara’nın skandalı patlamışken nihiha. T-ara’yı severim şahsen ama açıkçası üyelerini tanıdığımı pek söyleyemeyeceğim zaten kız gruplarından bir tek 2NE1’ı tam olarak tanıyorum. Diğerini dizilerde falan görmüşsem ayırt ederim. Mesela Eun-Jung gibi. T-ara’nın şarkılarının falan süper oluşunu söylemem gerek yok zaten. Ama şu skandal T-ara olayını tamamen bitirecek olabilir.  20 aydır grupta olan bir üyeyi böyle dışlamak çok garip açıkçası. Üstelik kendi konumlarını korumaları ve piyasaya kesin bir şekilde yerleşmeleri gerekirken böyle açıktan açıktan birini dışlamak pek mantıklı değil. Şirketin tutumu da ayrı olay zaten. Hiç kızı koruyalım, bu kız da bizim sanatçımız diyen yok herhalde. Göndermişler mi ne HwaYong’u? Ki bence hatayı en başından yapmış bu şirket 7 tane kız (sonradan eklenen ikiyi saymıyorum bile) bir araya konulur mu? Bir süre sonra herkes birbirini kıskanır, saç baş falan yolarlar. Tamam ben de kızım ama 7 kızla aynı evde yaşayıp, aynı grupta çalışıp, sürekli onları görmek öldürür beni. Bir yerlerden sürekli bir şeyler patlar. Basit arkadaş gruplarında bile var bu olay, hele de tek sayılı bir grup daha zor örneğin 3 kişilik bir arkadaş grubu düşünün (olayı basite indirgedim bilerek). İçlerinden ikisi mutlaka daha iyi anlaşır, daha çok ortak noktaları falan vardır bla bla… Dolayısıyla ‘ister istemez’ diğeri kendini dışlanmış hisseder hafiften çatlaklar olur. Tabiki herkes için geçerli değil ama genele yayarsak yalan değil. Yine de tüm sorun bu değildir. Azıcık mantıklı insanlar daha duyarlı ve dikkatli davranırlar bu konuda, o çatlakları kapatmaya, kimseye fark ettirmemeye çalışırlar. Hele de kariyerleri buna bağlıysa…

Gece yazma olayını çok sevdim bu arada. Çok sessiz, sakin, dikkat dağıtacak hiçbir şey yok. Şu uçan böcekler hariç tabiki :D . 

Sonuç olarak kafamın içi şöyleymiş gibi geliyor: