6 Kasım 2013 Çarşamba

Tüm Olmamışlıklara!




Ben istemez ya da çabalamazken belki de ömrümde kurduğum hatta kurabileceğim en güzel cümleler aklıma düşüyor birer birer. Sonra her biri yok olup gidiyor alay ederlercesine benimle. Öyle güzelliklerin kayıp gitmesi yeis dolu. Evet, seviyorum ağdalı cümleler kurmayı. Yakışmasa da bu kot pantolonlu genç kıza. Ve evet çoğu zaman da utanıyorum, başkaları duymasın istiyorum. Oysa asıl sebep ‘özenti’ yaftasının korkusu. Bak onlar; yine onlar engel bana. Engel olan onlar mı yoksa kendi kendine ket vurmayı –bilerek ya da bilmeyerek- alışkanlık haline getirmiş ben mi? Her ikisi de. Bence.

Sanki içi dışı başka biriymişim gibi hissetmek yorucu. Ve cevap bile veremeyecek kadar bıkkın olmak, bir de birilerinin aklını okumasını ve gerekli cevapları seni yormadan alabilmesini istemek. Bunlar hissetmek istemediğin lakin kurtulamadığın ve muhtemelen uzunca bir süre –belki ömür boyu- kurtulamayacağın hisler…

Yaşanmamışlıkların hayali bir insanı yaşatabilir mi? Yoksa farkına bile varamadan eritip bitirir mi? Oysa yaşayamadıklarını küçücük, minicik hikâyelere dönüştürerek yaşayan ben. Yazık! Vazgeçmediklerin, istesen bile vazgeçemediklerin bu hikâyenin başkahramanları. Hep de öyle olmaya devam edecek. Öyle değil mi? Vazgeçemediklerin değişse de kimi zaman, birçok şey baki bu dünyada. Mesela; sen yine insanlara şaşıracaksın hep. Gerçekten bu kadar sığ görüşlü olunabilir mi diye? Ya da başka şeylere… Bazılarını kıskanacak, bazılarından nefret edecek, bazılarını sevgiye boğacaksın, bazılarını iyi kötü bir şeyler hissetmeye değer bile bulmayacaksın. Bazılarına sesini bile duyuramayacaksın. Deli gibi yardım etme isteği duysan da, yanlarında olmak istesen de; yapabileceğin hiçbir şeyin olmadığını bilmek kimi zaman seni çok üzecek. Göğsünde ne olduğunu bilmediğin hisler belirecek ve sen kurtulmanın yolunu bile bulamayacaksın. Sen o insanlar için bir şeyler yapman gerektiğini düşünürken, yüreğinde bir yerlerde aynalar oluşacak ve sen kendine kızmaya başlayacaksın o aynalara baktığında. Kendini düzeltmek isteyeceksin her seferinde ve her seferinde başarısız olacaksın! Sonra kendini buna şartlayacaksın. Çünkü aptalsın sen ve bunu kabul etmenin vakti çoktan geçiyor bile, oysa haberin bile yok.

Keşke en sevdiğin kitap kahramanları gerçek ve senin de arkadaşların olsa değil mi?

Ama olmayacaklar işte. Anla artık bunu!!!

21 Ağustos 2013 Çarşamba

Açık Mektup



Sayın Yetkili;

Bu bir sitem mesajıdır, haberiniz olsun istedim.

Yıllar önce ben henüz çocukken kanalınızda birçok çizgi film izleyerek büyüdüm. Sonraları neler yaptım pek hatırlayamıyorum lakin Sailor Moon ile başlayan bir anime maceramı, kabul etmeliyim ki, size borçluyum

Tahmin edeceğiniz üzere sitemim, Leyla İle Mecnun dizisinin yayından kaldırılmasındandır. 3 yıldır iyisiyle kötüsüyle bu samimi diziyi bizlerle buluşturduğunuz için öncelikle teşekkürler. İtiraf etmeliyim ki dizinin ilk bölümüne rastladığımda ‘bu ne saçma dizi çevirin ya’ demiştim. Biraz geç de olsa tek bir öneri ile dizinin ilk sezonunu izledim ve ikinci sezon için beklemeye koyuldum. Şimdiye dek kanalda yayınlandığında izlemediğim bölümü hiç olmadı. Ara sıra ‘yarın interneti beklesem de tek bir cümlesini bile kaçırmadan izlesem mi acaba’ diye düşündüğüm oldu. Ama televizyonumuzda reiting cihazı olmamasına rağmen diziyi tvden izlemek benim için kanala bir teşekkürdü. Yeni bir sezon olsaydı son iki sezonda yaptığım gibi yine (önce Çarşamba) sonraları pazartesi günlerini bekleyecektim. Oysa şimdi sizin (altında başka sebep vardır yoktur bilemiyorum) reitingleri öne sürerek diziyi yayından kaldırdığınız haberleri okuyorum. Bir zamanlar reiting ölçümlerine bile katılmayan bir kanalın şimdi tabiri caizse bunu bahane ederek diziyi sonlandırması hiç samimi gelmiyor maalesef. Üstelik yayınladığı neredeyse her bölümde sosyal medyada Dünya’da en çok konuşulan konulara girmesi de yine maalesef bu ölçümlere güvenmemem gerektiğini hatırlatıyor bana.

Leyla İle Mecnun, bu televizyonlarda daha önce yapılmamış bir şeyi başardı. Başlarda ‘ay ne saçma bu ya’ derken sonraki bölümde ‘Mecnundur tabi yapar o’ diyebildik. Her bir karakteri içimizdeki bir parçayla bütünleştirebildik. Kötü karakteri de dinledik biz. Onları da anladık. İzleyenlerin gönüllerine dokunmayı başardı bu dizi.

Dileğim odur ki Leyla İle Mecnun’u izlemeye TRT1’de devam edebiliriz. Yok siz bahanelerle elveda derseniz eğer, umarım başka bir kanalda tıpkı sizde olduğu gibi müdahale edilmeden izleyebiliriz. Ha eğer o da olmazsa bunca insanın gönlü kırılmış yarıda bırakılmış olarak biz de bir ‘Elveda.’ deriz. Ne yapalım bunca insanın gözünüzde değeri yokmuş der geçeriz belki yine izleriz kanalı ama gönül bir kere kırılınca maalesef geri dönmüyor.

Saygılarımla...

19 Temmuz 2013 Cuma

Başlıksız mı Kaldım Gene?




 Vaktin bir hükmünde çektiğim, konuyla alakasız fotoğraf

Bloğa bir şeyler eklemeyeli aylar olmuş onu fark ettim. Tabi ki yazmayı tamamen bırakmadım bu arada. Ama kendime bile pek az şey yazmışım. Anlık sinirlerle, isteklerle, kırgınlıklarla baş edemediğimde yazmışım hep. Neler yaptım neler ettim arada tam olarak bilemiyorum, neden yazmak istemedim bilemiyorum. Bir şeyleri anlamaya çabaladığımda eskiden daha çok yazardım şimdilerdeyse karşıma kendimden bir tane daha koymak kolayıma geliyor galiba. Çözümlemek istediğim sorunları kendimle tartışarak, iyisini kötüsünü kendimle tartarak hesaplıyorum. Aslında bunu hep yapardım ben. Dolayısıyla bahanelerimi tüketmiş olabilirim.

Bunca zaman ne yaptım. Neler değişti?
Dolam kalem sevdam coştu, önünü alamıyorum artık. Gördüğüm her güzel dolma kaleme gözlerimi dikmekten kendimi alamıyorum.
Belki tahmin edeceğiniz üzere sınav bıdı bıdıları vardı. Gerçi bunu da bahane kabul edemem zira o kadar boş vaktim oldu ki o esnalarda koltuğa uzanıp boş boş tavana bakmak daha çekici geldi hep nedense. Hazır sınav demişken o kısmı toplayalım biraz. Bu yıl tanıştığım insanlara çok şey borçlu olduğumu bir kez daha söylemek istiyorum. Sonunda etraftaki gerekli gereksiz sesleri susturup eşit ağırlık seçme sebebim olan bölümü tercih ettim. Üstelik sıralamamın altında olsalar bile. Neydi bu bölümler ki? Siyaset bilimi, uluslararası ilişkilerdi efendim. Vaktin bir hükmünde sırf insanlar istedikleri ve gerçekten daha mantıklı olduğu için hukuk hukuk diye etrafta gezinirdim. Bazı özel ve genel sebeplerden dolayı sonunda başa geri döndüm, Bilkent Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi yazdım. Aldığım kararın mantıklı ve (en azından şimdilik) doğru olduğuna inanıyorum. Uluslararası ilişkilerden kamu yönetimine neden kaydım sorularına tercih kılavuzunu ve arada kalmış sıralamamı göndermek isterim. Neyse 2 gün önce aldığım COPE hazırlık kitapları da yaklaşık 50 cm uzağımda açılmayı ve çalışılmayı bekliyorlar. COPE nedir diyenler için; COPE Bilkent’in seviye belirleme, hazırlık atlama sınavıdır. Oldukça da zor olduğu da söylenir.

Yaz tatili başladığından beri ki benim içim 24 Haziran sayılır, dizi izleyip kitap okuyorum. Tamam kabul ediyorum ki eski bene oranla daha yavaş kitap okuyorum artık. Yerimden kalkmamayı özledim evet. Ama canımın istediğini yaparak… Şöyle kısaca hangi dizileri ne kadar izledim, nelere başlayacağım, neler okudum listemde neler var?

Diziler:
Doctor Who, modern seriyi bitirdim deli gibi 50. yıl özel bölümü ve yeni sezonu bekliyorum.
House, 6.sezonun yarısındaydım şimdilerde 8.sezon 5’teyim. 8.sezonu çok sevemesem de bitecek.
Revolution, 10.bölümden sonra ara vermişlerdi. Ben de o arada kaldım, ordan devam.
Game of Thrones, 3.sezonun bitmesine 3 bölümüm kaldı neden bu kadar uzadı derseniz bir şehir dışı oldu kaynadı.
Sherlock, 2.sezonu izledim, bitirdim, şimdiden çok özledim. O da kasımda gelecek galiba. Son sezon diyoğlar, olmasın.
The Lost Room, tekrar izledim, çok güzel mini dizidir tavsiye ederim. Ama sanki yarım kalmış gibi bir izlenimi var.
Under the Dome, Stephen King romanından uyarlama. 13 bölüm sürecek olması beni mutlu ediyor.
The Newsroom, 1.sezonu kaldığım yerden bitirip hemen 2’ye.
Homeland, bugün yarın başlayacağım.

:::::::

Kitaplara gelirsek, umarım bir ara listemdeki tüm kitapları paylaşmayı planlıyorum. Şimdilik okuduklarım ve öncelikli listedekiler:
Her Kalp Kendi Şarkısını Söyler; sorun bende mi bilmiyorum ama yorumlardaki muhteşemliği ben göremedim. İyi değil demiyorum.
Aşk ve Gurur; İngilizce adı Pride and Prejudice olan kitabı ben kendimce gurur ve önyargı diye aradığım için bir süre bulamamıştım. Neyse ki sonunda internete bakmak aklıma geldi (çok zekiyim di mi !). Kendisi hakkında bir inceleme yazmak istiyorum. Ne derece başarılı olurum bilemesem de.
İntihar Dükkânı; hakkında hiçbir fikrim olmadan aldığım kitaplardan biri. Okuyorum, sadece okuyorum. Konusu oldukça ilginç lakin garip bir yavanlık var dilinde. Neyse ki incecik bir kitap.

Fark ettiğiniz üzere çok kitap okumamışım. Şu an ben de kendime çok kızdım, kendimden utandım. Halbuki bir sürü de kitap almıştım. 

Öncelikli listeme göz atalım hemen. 5-6 kitap paylaşacağım sadece.
1.     Suç ve Ceza (şimdiye dek okumamış olmak utandırıcı olsa da sakin bir kafayla hazır olduğumda okumayı seçmiştim)
2.     Yüzyıllık Yalnızlık (Kitaplığımdaki güzide eserlerden)
3.     Saatleri Ayarlama Enstitüsü
4.     Dönüşüm
5.     Hayvan Çiftliği
6.     Aylak Adam
7.     Tutunamayanlar
Kendimi tuttum sadece 1 kitap ekledim. Kitap dizi faslını da atlattık. Aslında tam olarak atlatamadık ama olsun bu kadarcık yeter.

Bugün yazma isteğim nereden geldi? Uzun zamandır bastığım isteğim yanı sıra gördüğüm rüyanın, yaklaşan tarihin etkileri de var. Uzunca rüya anlatmayacağım merak etmeyin. Sadece rüyamda bir an gördüğüm bir kişi diyebilirim. Ona baktıkça o olmaktan çıktı, her bakışımda değişti değişti en sonunda bambaşka tanımadığım biri oldu. Sonra uyandım zaten. Yaklaşan tarihse… Bilmiyorum ne yazsam bu konuda, sadece yaklaşıyor. Bense kararsızlık denizinde, unutamazlık suyu içmişçesine bocalıyorum. Yine dağınık yazıyorum; yine korkularım var; yine sıkıntılarım, şikâyetlerim var. Ve yine sorunun ya da sıkıntının ne olduğunu kavramaya çalıştığımda ortaya çıkan tıkanmışlık. Kendime yazdığım mektuplar çıkar yolu olmaktan öte. Bunun adı takıntı mıdır artık? Yoksa hala devam sana?” sorularının ağırlığı belki. Her ikisine de cevap mevcut lakin ikisini de kabul etmeyen, ikisinden de vazgeçmeyen bünyeye sahibim.

Ve bu yazının yine başlığı yok. Yine kim bilir hangi kelimeler birleşecek yukarıda?

23 Ocak 2013 Çarşamba

Bir Küçük Yalnızlık Düşünceleri




Yazmak istiyorum. Şu an deli gibi yazmak istiyorum. Keşke laptomım yanımda olsaydı dediğim yegane andayım. Şu sıkıntıdan kaçmak için bir kahve alıp kitabıma gömülmeyi geçirdim aklımdan. Şansıma sessiz sakindi lakin tam karşımda oturan 3 çocuğun muhabbeti tüm planımı alt üst etti. Etti mi acaba? Şu an önümde duran kitaba bir türlü odaklanamamam onların suçu mu sadece? Beynimi yoğunlaştıramamam? Ya da hem bağıra bağıra ağlamak istemem hem de kendimi deli gibi tutup ağlamamak için bu kadar kasılmam?

İkilemler dünyamın içine kocaman bir adım attım, sanki bir daha asla çıkmamasına ant içmiş gibi. Tıpkı içinden çıkmak için debelenirken daha çok battığın bir balçık havuzu gibi… Biri gelip elini uzatmadıkça çıkmak neredeyse imkânsız gibi ama aynı zamanda kimsenin bilmesine izin vermiyorsun, bilseler bile ellerini uzatmalarına izin vermiyorsun. Gözlerin ıslanıyor ve kendini soyutlamak istiyorsun. Olabildiğince silinmek dünyadan, aynı zamanda parlamak… Bu dünyada daha önce kimsenin parlamadığı gibi. Çünkü senin bir amacın var: Nasıl Baki’nin şiir yazma sebebi “bu dünyaya güzel bir ses bırakmak”sa; seninki de bu dünyaya güzel, hatırlanacak bir isim bırakmak… Birileri geriye dönüp baktığında senden öncesi ve senden sonrasının ayrımını yapabilsin istiyorsun. Sonra beynin tüm realistliğiyle seni bu idealizmden uzaklaştırmaya çalışıyor acımazsızca. İkisinden de vazgeçmek istemiyorsun sen. Oysa bazen yalnızca bir seçim hakkın olur. Çünkü bu, mağazada gördüğün iki pantolondan değildir. Eninde sonunda alırsın ikisini de. Ama bu kez bulunduğun yerden bakınca o iki yol taban tabana zıt yönlere ayrılıyor. Belki ilerde bir yerde birleşirler, belki de sonsuza dek yaklaşmazlar bile birbirlerine. Denemen gerekli öğrenmek için. Oysa senin cesaretin yok artık ne daha fazla ilerlemeye ne de bir seçim yapmaya…

Korkularının esiri olmak en büyük korkumdu benim. Spot ışıklarıyla kaplı bu siyah tavana bakıp korkularım nedir diye düşünüyorum: güveler, yılanlar, seçim yapmak, kararsız kalmak, yalnız kalmak, anlaşılamamak, tercih edilen olmamak… Emin değilim, yine karar veremiyorum. İçimdeki açgözlü, hiçbir şeyi bırakmak istemiyor. Ne ilerlemeye cesaretim var ne de ideallerden vazgeçmeye…

Buraya gelmeden önce arkadaşlarım nereye diye sorduklarında “kendimi mutlu etmeye” dedim. Aynı sırada aklımda; gidip sessiz bir yerde ağlamak, sinemaya gitmek, başıboş dolaşmak, kahve içmek gibi fikirler dolanıyordu. En sonunda tam da hiçbir şey yapmamaya karar vermişken bir kahve yanında yeni başladığım kitap iyi gider diye düşündüm. Kendimi mutlu etmek diye yola çıktığım her şeyi yalnız yapmaya çabaladığımı fark ediyorum. Hafif bir hissizlik yaşıyorum şu an. Lakin bomboş bir hissizlik mi yoksa geri kalan her şey kanıksandığı için yaşanan bir hissizlik mi bilmiyorum. Aynı anda kafamda tonlarca düşünce birikiyor sonra birdenbire kayboluyor. Kafatasımın içinde beynim yokmuş gibi hissediyorum.
Her şeyden yazmakla kurtulacağımı düşünüyorum. Bazen yazdıklarımın içinde kaybolsam, gerçek dünyaya dönmesem diye düşünüyorum. Sonra yazdığım neredeyse her şeyde, derinlerde bile olsa, karanlık şeyler görüyorum. Zaten içimdeki karanlık boşluktan kaçmaya çabalarken bunun yanlış bir adım olduğunu fark ediyorum. En iyisi okuduklarımın arasında kaybolmak galiba. Canımın istediği kitapta dolaşabilmeyi ya da beğendiğim bir dizide kaybolmayı diliyorum şu an. Acaba ait hissedebilir miydim kendimi tüm bu kurmaca dünyalara? Puslu Kıtalar Atlası’ndaki Ebrehe’nin gizli odalarında dolaşırken, onun kitaplarını okurken kendimi dışlanmış hisseder miydim ya da Person of Interest’te Finch’in yanında bilgisayar ekranlarından gözlerimi ayırmasam uzaklaşır mıyım buradan? Ya da bunlar gibi daha onlarcası belki. Belki tüm bunlara gerek kalmadan uzaklaşmak istediklerimden uzaklaşabilirim. Belki kaçmama sebep bu korkulardır kim bilir? Aslında belki kaçmaktan ziyade kendimi böyle kabul etmem gerekiyordur. Hem ne demişti Yoshida Haru’nun halası “Kabul edilmek istiyorsan önce kendini kabullen.”. Belki tek yapmam gereken budur. Ama bunu başardığını nasıl anlayacağım ki? 

Kendi elimle, kendi içimden dökülen yazıları bile beğenmekten acizim. Oradan oraya atlayıp, farklı şekillerde yazıyorum. Hatta bazen yazmak istediğimde kaçıyorum, yazmaktan kaçıyorum bazen sanki bunda kaçsam kendimden kaçabilecekmişim gibi. Üstelik üst üste onca şey gelmişken…

Bazı arkadaşlar var ki her gün görüşmesen, sıkı fıkı olmasan ya da henüz yeni tanışmış olsan bile sebepsiz yere içinde çokça yer kapıyorlar. Onların mutsuz ya da üzgün olduklarını öğrendiğinde sen de aynı şeyleri hissediyorsun. Bazen sâfi hisler bazense elinden hiçbir şey gelmiyor oluşunun verdiği umutsuzluk… Bilinçsizce çoğu kez… Aynı şekilde, o insanların söylediği tek bir cümle, en basit davranışları seni mutluluktan havaya uçurabiliyor. Ara sıra düşünüyorsun mesela: sen böyle hissediyorsun ama acaba onlar senin hakkında ne düşünüyor. Sonra bir ara bunun çok da önemli olmadığını fark ediyorsun lakin yine de merak ediyorsun. Zaten seni sen yapan en önemli şeylerden biri bu bitmez tükenmez merakın değil mi? Kararsızlık, delilik, dinleme ve bilme isteğinle birlikte. Belki bir de korkuların ve aklına gelmeyen daha başka şeylerle birlikte.

Kafanı kaldırıp baktığında tam karşında gördüğün minimalist çizgilere benzer şekilde çizilmiş posterimsi bir resim görüyorsun. Döpiyes giymiş siyah-beyaz bir kadın, bir eliyle doberman olduğunu sandığın simsiyah bir köpeğin tasmasını tutuyor. Çok zayıf değil kadın. Belki bundandır, güçlü görünüyor gözüne. Güçlü ve entel. Arka plandaki mavi mi yeşil mi olduğunu tam bilemediğin o renk biraz daha yumuşatıyor sanki. Neden sonra böyle basit bir resim üzerine neden bu kadar düşündüğünü merak ediyorsun. Sonra önemsemiyorsun. 

Az önce karşında oturan 3 çocuğun yerine oturan çift ve hemen yanıbaşındaki çift hafiften sinirini bozmuyor değil. Sana fazlasıyla mutlu geliyorlar. Her iki çift de sanki 3 aylık yaz aşklarına tutulmuş gibi davranıp, konuşuyorlar. Kulağının dibinde birbirlerini öpüşlerini duymak istemiyorsun. Sebep? Yok. Az önceki kötücül düşüncelerinden vazgeçiyorsun. Umuyorsun ki gerçekten birbirlerini seviyorlardır ve hep mutlu olurlar. 

Ve son kez kafanı kaldırıyorsun. Döpiyesli kadının resminin yanında daha canlı daha doygun renkleri olan başka bir resim görüyorsun. Tam da şu an çalan geleneksel İrlanda müziklerine benzer oldukça eğlenceli enstrümantal bir şeyler çalıyor. Ne olduğunu bilmiyorsun ama şu an kendini daha canlı daha emin hissediyorsun. Şu an daha kararlısın ve bunun farkındasın, şu an kendine depresyon mekânı eylediğin bu kahveciden çıkmak için hazırlanacaksın. Sonunda içinden ağlamak gelmiyor ve dışarı çıkmak için hazırsın. 

Elveda güzel kahveci; yine geleceğim. Belki daha kararsız, daha mutsuz… Belki mutluluğumu doruklarda yaşarken kim bilir? 
Ama yine geleceğim...