30 Eylül 2010 Perşembe

Anlamamak - Anlayamamak


“Anlayamadım.” Neden hep bunu kullanırız? Kibar olmak için mi acaba? Ama yalan söylüyoruz fark etmesek bile. Konuşulanı, yazılanı anlamayınca hep anlayamadım diyoruz. Utanıyor muyuz “Sorun bende, sen doğru anlattın ama ben anlamadım. Sorunluyum.” Demeye? Anlayamadım, diyen insan yalan söylemenin yanlış olduğundan bahsederse ne kadar ironik olur oysaki. Belki böyle bir anlama geldiğini fark etmeden konuşur ama bu anlama gelri çoğu zaman. Şöyle dobra dobra “Evet anlamadım. Anlayamadım değil, anlamadım.” Demek bunu haykırmak istiyorum. Kabul ediyorum bende kimi zaman anlamadım demekten korkarım. Anlayamadım derim. Bu sanki ödevi yapamadım demek gibi. Yapmadım dersen öğretmen kızar ‘zevkinden oturdun değil mi?’ der, sanki yapamadım deyince farklı bir şey yaparmış gibi. Ama yalana gerek yok. Yapamamak, anlayamamak daha anlaşılabilir daha göz yumulabilir hale getiriyor hatayı. Daha kabul edilebilir bir hale sokuyor. Ama yalanlarla kabul edilebilir olmak pek de çekici değil sanki ne dersiniz?

22 Eylül 2010 Çarşamba

2010 - 2011


Öncelikle hayırlı olsun yeni eğitim öğretim yılımız. Bir çoğumuz için 8 aylık kabusun yeniden dönüşü. Söz aramızda benim içinde kabusun yeniden dönüşü anlamına geliyor :D. Her neyse ben artık 11. sınıf oldum ve eşit ağırlık öğrencisiyim –eşit ağırlıkçıları aşağılayanları buradan kınıyorum-. Bizden sonraki dönem için alan seçimi falan kalkmış değişik bir şeyler olmuş ayrıntılardan hiç mi hiç haberim yok. Şimdi sürekli değişen, rayına oturtulamamış sistemden bahsetmeye kalkmayacağım, zira ne benim burada konuşmamla bir şey olur ne de kendimi yormaya değer her neyse. Ben sadece hoş geldin demek istiyorum yeni bir yıla, yeni derslere, yeni sınavlara, öğretmenlere ve nicelerine… Bir çok şeye merhaba ve hoş geldin demek istiyorum. Tabiki kendimize de hoş geldin demeli. Okul zordur, sıkıcıdır, bıkkınlık verir ama yine de olmuyor onsuz işte. Aslında fena da olmaz okul olmasa ama düşünsenize okul olmasaydı arkadaşlarla nasıl tanışacaktık ki? Tamam kabul ediyorum fazla olumlu baktım olaya. J. Ya da fazla karamsar, bir ortasını
bulamadım. Neyse yaşayacağız artık iyisiyle kötüsüyle, zoruyla kolayıyla. Haydi hepimiz güzelce bir yıl geçirelim, şöyle yüksek yüksek notlarla dolu çalışmaktan sıkılmayacağımız bir yıl olsun. Gerçi çalışmaktan sıkılmamak gibi bir durum biraz zor olur ama…
Okulda 3 gün geçirdik, daha ilk günlerde bile zorluyorlar doğrusu. Gözüm korkmadı desem yalan olur hani. Henüz ilk haftada olmamıza rağmen birçoğumuza ödevler yağdı bile. Ama elimizden geldiğince kendimizi okula vermeliyiz. Özellikle 11 ve 12. sınıflar ,yani biz, mümkün olduğunca okula, dershaneye çabuk alışmalıyız, derslere adapte olmalıyız diye düşünüyorum. Neyse çok öğretmen konuşması gibi olmuş, böyle öğütlerle dolu özellikle son paragraf. Ama doğruya doğru diyorum.
Her neyse hepimize ‘öğretmenlerimizle beraber’ kolay, iyi, mutlu bir yıl olsun…

20 Eylül 2010 Pazartesi

HAPPY BIRTHDAY TO ME


Bugün sözleri değiştirmek istiyorum. Bugün benim doğum günüm 16. yaşımı doldurduğum 17’me bastığım gün. 16 yıl önce gözlerimi hayata açtığım gün. Dolu dolu 16 yıl geçirmişim. Kimi zaman ağladığım kimi zaman güldüğüm mutlu olduğum, kimi zaman zorlandığım belki kendi öz ailemden nefret ettiğim belki onlarsız ben ben olamayacağımı anladığım anlarla dolu koskoca 16 yıl. Az buz zaman değil şöyle düşününce hani. Ama hatırlamaya çalışıyorum, mesela okula başladığım ilk günü, ilk okul yıllarımı ya da öncesini. Doğrusunu söylemek gerekirse ‘o yıllara dair anılarla dolu beynim’ diyemeyeceğim. Parça parça, küçük küçük anılar var. Ama hatırladıklarım bir elin parmağını geçmeyecek kadar. Okuldan önce çok daha az ama asla unutmadığım bir anım var anlatmak isterim. Amasyada’ ydık o zaman çok küçüktüm kaç yaşlarında olduğumu hatırlayamıyorum ama 4 yaşından büyük değildim. Anneannemlerin bağ evindeydik o zamanlar, evin önünde bir nar ağacı yeni yeni meyve veriyor narlar daha yeşil yeşil yani. Ama ben inat birde çocuk ne bilecek o halde narın yenmeyeceğini? İnat ettim zorla yedim acıydı çok acı. Ama öğrenmiştim artık, narın yeşilken yenmeyeceğini. Her an her zaman bir şeyler öğretiyor hayat bize. Başta kötü bir hatıra olsa da yaşadıklarımız sonra anlıyoruz öğrenmek için yaşamalıyız o anı. Yaşamalıyız ki daha sonraları öğrenmiş olarak aynı hatayı tekrarlamayalım. Her neyse çok yanlışlar yaptım ve yapmaya da devam edeceğim tabiki. Ama umut ediyorum ki aynı hataları tekrarlamayacağım, hiç birimiz tekrarlamayacağız umut ediyorum ki.

Peki bu 16 yıl nasıl geçti? Ailemle, arkadaşlarımla, çeşit çeşit maceralarla, okulla, daha bir çok şeyle geçti. Ve onlarla geçmeye devam edecek. Kimi zaman insanlar kimi zaman hikaye değişecek ama hep devam edecek hikaye. Yaşamaya devaö ettiğimiz sürece devam edecek hikaye. Bana bir soru sormuştular, tam olarak hatırlayamıyorum ama; ‘Hayat bir sahne olsa başrol ve figüranlar kimler olur?’ gibiydi. Şöyle cevaplamıştım; sahne bir tane olmaz, dünyada ne kadar insan yaşamış, yaşıyor ve yaşayacaksa o kadar sahne ya da oyun olmuş, oluyor ya da olacaktır. Ve herkes kendi oyununun başrol oyuncusu olur, yakınındakiler yardımcı oyuncular diğerleri ise figüranlardır. Klasik bir cevap gibi gelebilir ama yine de öyle. İşte o oyunu yaşıyoruz, hiç bitmeyen o oyunu. Hergün yeniden yeniden oynuyoruz, her gün değişiyor. Üstelik bu oyunda replikleri bilmiyoruz, hikayeyi bilmiyoruz. Ama umutsuz hayalsiz olmamalıyız. En azından ben asla hayalsiz olmayacağım. Onsuz olunca onca çalışmanın, emeğin hiçbir anlamı amacı olmaz bence. Her doğum günümde yeni bir hedef yeni hayal ekliyorum ben. Böylece hep umutla dolabiliyorum. Ama demiyorum ki Polyanna gözlüklerinizi takın. Aksine takmayın o gözlükleri hayatı olduğu gibi görün ama kapkara gözlükleri takın demek değil bu. Şimdi şimdi fark ediyorum ki bu tavsiyeleri size değil kendime veriyorum. Kendi kendime doğum günümü kutlarken, kendi kendime tavsiye veriyorum.  

Neler bekliyorum doğum günü hediyeleri olarak? Aslında mütevazi olmayacağım, kibarlık etmeye gere kyok şimdi. Çok şey istiyorum ben; yeni bir evde kendime ait bir odam olsun, ev mümkünse müstakil şu milyon dolarlık villalardan olsun, şu okula hiç gitmesem keşke ama genede istediğim üniversiteyi kazansam mesela, arkadaşlarım her zaman gerçekten arkadaşım diyebileceğim kişiler olsun, hiç bitmesin arkadaşlıklar, istediğim kitabı istediğim an alabileyim, istediğim kıyafeti, yemeği… bu böyle sürüp gider işte. Şimdi fark ettim de çoğunlukla maddiyatçı şeyler istemişim J. İnsan işte ne yaparsın? Üstelik daha gencim ben, garipsemeyin beni.

Aklıma birden düştü bunu da ekleyeyim dedim. Şu doğum günü müziği, hayranım ona ve besteleyene tabiki. Her kim bestelediyse her dile pek güzel uyum sağlıyor maşallah J. Bir dil olur, iki dil olur, hadi üç dil olsun. Ama her dile mi uyar yahu? Yok böyle bir şey. İşte bu yüzden hayranım ona. Bu konuyu fazla uzatamayacağım sanırım.

İlk Yazı İlk İlginçlik





Bugün ilk blog yazımı yazmaya çalışacağım. Arada sırada yazmak eğlendiriyordu beni ama hiç kendime güvenmem ben. Öyle yazılar okudum ki kendime güvenmemekte haksız olmadığımı düşünüyorum doğrusu.
Her neyse garip ama kimilerine göre karamsar bir konuyla başlamak istedim. Birden aklıma geldi neden geldi kim bilir? Nedir bu konu? Bu konu ÖLÜM.
Yazı yazarken karamsar yazdığımı fark ettim. Öyle neşeli şeyler yazamayabilirim, belki de yazarım kim bilir? Ama daha önce hiç denemedim. Konuyu sürekli dağıttım, direk dalacağım konuya.
İnsanlar hep suçlu bulurlar ölümü, hiç düşünmezler aslında içimizde olduğunu. Ölümden nefret ettiklerini, kendilerine yaklaşmamasını istemediklerini söyler dururlar. Aslında yanı başında olduğunu düşünmez kimse. Mesela birkaç saniye nefes almazsan neler olacağını düşünsenize…
Hep suçlanır ölüm sanki suçluymuş gibi sanki bir caniymiş gibi. Oysa kim kanıtlayabilir ki? Hem kim belirler kimin suçlu olduğunu? Olan olduktan sonra suçlamak işe yaramaz. Ölümü suçlayarak o kişiyi sevdiğimizi mi gösteririz? Yoksa sadece adetten midir, ağlaşmak gibi hani. Kimileri yıllar boyunca yüzünü görmediği hatta konuşmadığı birinin cenazesinde sanki en yakınını kaybetmiş gibi ağlar ya aynı öyle. Peki kimisi neden en sevdiği adam bile ölünce tek bir damla gözyaşı dökmez? Ya aslında hiç sevmemiştir ya güçlü durmak istemiştir ya da nefretle doludur içi o yüzden yer kalmamıştır gözyaşlarına. Nefret kimedir, neyedir? Ölene mi (bazı durumlarda) öldürene mi? Bence hiç fark etmez, nefret nefrettir. Ötesi, yoktur. Giden gitmesi gerektiği için gider. Kimseyi suçlamaya gerek yok. Elbette huzurlu ölüm isteriz hepimiz. Ama o gelince neden korkarız? Hatta gelmeden korkarız. Hiç ölmeyecekmiş gibi yaşarız. Sanki ömür sonsuz gibi. Sonra “keşke ölümsüz olsam deriz” ama ya gerçekten ölümsüz olsaydık o zaman ne olurdu hangimiz düşündük? Ölümden uzak durmak için ölümsüzlüğü isteriz. Ama günün birinde sevdiğin her şey gidiverecek. Sen binlerce yıl yaşarken tüm sevdiklerin tek tek kaybolacak. Ee ne işe yaradı ki şimdi ölümsüzlük? Hiç, hemde koca bir hiç. Ne yapmalı ölüme karşı? Bunun cevabını veremeyiz biz, hiç birimiz. Cevap verecek olan varsa buyursun cevaplasın lütfen. Art niyet aramayın bunda. Ciddiyim ne yapmalıyız? Bana göre ne bomboş, plansız ne de her şeyi planına göre tesadüflere hiç yer bırakmayacak şekilde yaşamamalıyız. Elbette plan program gerekir ama boşluklar kendi kendine dolmalı bence. Hayat nasıl olmalı? Bunu yaşayıp öğrenmeli, hata her yerdedir her zaman vardır. Hata yapmak değildir sorun. Aynı hatayı defalarca tekrarlamakta olmayabilir bazen sorun. Sorun nedir? Sorunun sorun olduğunu çoğunlukla artık çok geç olduğunda anlarsın. Onun için hiç kendimizi yormaya gerek yok diyorum.
Umarım okumuşsunuzdur diyorum. Zira beğenip beğenmemek kişiye göre değişir. Konudan konuya atladığımın farkındayım. Ama ilk defa bir blog yazısı yazıyorum affedin…