31 Temmuz 2012 Salı

Hissettiklerim, Kafamın içindekiler



Bir kaç gün önce, uzun süredir aklımda olan bir şeyi yaptım. Aslında nasıl yapacağım konusunda bir fikrim yoktu, çok tereddüt de ettim. Sonra birkaç hafta öncesinden yazmaya başladığım yazıyı bitirdim, bitirebildim. O yazıyı bitirmek için haftalarca çok uğraşmıştım ama becerememiştim. Her neyse küçük bir şifreleme, sonra kısa bir mesaj. Telefon numarası için çok uğraşmamıştım, zira birkaç ay önce sadece bir kez gördüğümde ezberlemiştim bile.

Tüm yazdıklarımı ismi şifrelenen bir blog hesabına ekledim (google sayesinde artık kendi bloguma giremesem de). Sonuna da küçük bir not: merak edersen sezar şifresi bu, diye. Belki daha süslü cümlelerdi belki de daha açıklayıcı emin olamıyorum şu an. Tek sorun şifrelenen kelimenin pek bilinen, hatta büyük ihtimalle kimsenin bilmediği bir kelimenin olmasıydı. Aslında kelime bir çeşit karmaydı; bir kelimenin tamamı ve diğerinin bir kısmı. Neyse ki biraz yardımla çözdü. Kim olduğumu anlaması çok uzun sürmemiştir diye düşünüyordum nitekim de değilmiş.

Ne oldu? Neden yaptım? Nasıl hissettim? Nasıl hissediyorum?
Bunların cevaplarından emin değilim. Neden yaptım, çünkü aklımın bir köşesi sürekli beynimi yiyordu. Bilmesi onun hakkı, sonsuza kadar kendine saklayamazsın diye. Sonra kendi kendime düşündüm. Bir kere, iki kere, üç kere yetmedi, ne kadar düşünürsem sonunda aklımı kurcalayan cevap bulamadığım ve muhtemelen asla cevap bulamayacağım şeyler vardı. Başkalarıyla konuşurken, onlara destek ya da fikir verirken aslında hiç zorlanmadığım aklıma geldi. Kendimle konuşurken asla böyle olamamıştım, bir çeşit lanet gibi belki. Sonunda bir şeyi yapmadığın için pişman olmaktansa, yaptığın için pişman ol mantığıma göre hareket ettim. Tüm bu şifrelemeler falan belki de anlaşılmamak içindi farkında olmadan emin değilim.

Nasıl hissettim, nasıl hissediyorum; içimde bir yerde şöyle 50 kiloluk kaya varmış gibi ya da kocaman bir hava boşluğu var ve tüm iç organlarıma baskı uyguluyormuş gibi. Buna benzer şeyler işte. Tüm bunların sebebinin zaten bildiğim bir şeyin yüzüme vurulmasından dolayı olduğunu düşünüyorum. Kibar cümlelerle “üzgünüm” demek emin olun karşınızdakine fayda sağlamıyor. Ne faydası?.. Zaten sevgili beyimizin bir kız arkadaşı varmış, evet daha önce düşünmedim değil bu ihtimali hatta kızı bile düşünmedim değil. Ama insan bu şekilde hissedince, kabul etmek hep daha zor oluyor, üstelik ortada benim ‘kesin’ olarak bildiğim bir şey olmaması beni bu durumda az buçuk haklı yapmaz mı? Neyse beyimiz tarafından facebook’ta arkadaş listesinden çıkarılmıştım; mantıksız bulmadım açıkçası ben onun yerinde olsam ben de böyle yapardım. Dur bir dakika ben onun yerinde değilim, hiç olmadım ve büyük ihtimalle hiç olmayacağım da. Asıl ilgimi çeken beyimizin kız arkadaşının da beni silmesi, ne yani manyak tipler gibi mesaj atıp rahatsız edeceğimi ya da dizilerdeki gibi kötü, şeytansı bir görüntüyle ‘bırak onun yakasını yoksa olacaklardan ben sorumlu olmam’ modda dolanacağımı mı düşündü kim bilir. Garip. Tüm bunlar üzerine tercih yapsam mı yapmasam mı ikilemi eklenince, beynim patlayacak gibi hissediyorum. Günlerdir kafam fazlasıyla dolu, zaten duygularımı dış vurmayı pek sevmeyen (aslında çok da beceremeyen) biriyim. Her türlü duygumu konuşmaktansa yazmayı daha kolay bulan bir tipim. Ki bu son meselede de (daha açıklayıcı olmak gerekirse aylardır hissettiğim bir takım duyguları “bir çocuğa” açıklamak) yazmak çok daha kolay oldu benim için hatta tüm o yazdıklarımı ezberlesem de konuşamazdım onun karşısında, en azından suratına bakamazdım. Her neyse tüm bunlara karşı ikisini karşıma alıp vücudumda kalan son enerji parçalarıyla son ses bağırmak isterdim: “Benim de kendi sınırlarım var tabiki. Bu kadar abartmanıza gerek yoktu” diye. Gerçi şimdi düşününce ortada abartılmış bir şey olduğunu göremedim. Hey durun, yine de tüm bu hisler başlamadan önce hep ön planda tuttuğum mantığım bile kabul etmekte zorlanıyor bazı şeyleri.

Tüm bunlar olurken, beynimi patlatacak derecede düşünürken bazı şeyleri, tek yaptığım; gülümsemek. Gece olup da yatağına yattığında ağlayan birisi de değilim artık. Gerçi ne zaman oldun ki? Gece yatağıma yatıp, örtüyü üzerime örttüğümde her şeyi tüm yaşadıklarımı tekrar tekrar düşünüyorum; her seferinde neyin neresinde hatam oldu anlamak için. O hataları bir daha asla tekrarlamamak için. Hayır. Böyle bir şey asla ama asla gerçekleşmiyor, her seferinde kocaman yanlışlar denizinde yüzerken buluyorum kendimi. Sonra tekrar düşünüyorum, keşke zamanı geri almam mümkün olsaydı diyorum, ardından kendime “Hatalarımız olmadan hiçiz üstelik zamanı geri almana imkan yok Meltem dur, kendine daha fazla işkence yapma bu kadar düşünerek”. Durmamın imkanı yok gibi geliyor bazen her şey tekrar tekrar başa saracakmış gibi. Keşke bağıra bağıra ağlayabilsem diyorum belki o zaman içimde dura dura patlayacak olan şeyler gider. Hayır başaramıyorum, etrafta birileri varken yapamam da, ama yalnızken de başaramıyorum. Aynanın karşına geçtiğimde beyni düşüncelerle dolu, bunların hiçbirini kimsenin anlamasına izin vermeyen ve ifadesiz bir kızla karşılaşıyorum. Ama asla içimdeki umudun gitmesine izin vermeyeceğim, bunu biliyorum. Bazen her şeyi unutmama yardım eden o umudun gitmesine izin vermeyeceğim.

Tüm bu duygusal bunalımlardan gerçek dünyaya dönersek eğer; tercih konusunda büyük sıkıntılarım var. Önceki yazımda bahsetmiştim hayalimi kendimi nereye bağladığımı. Lakin pek mümkün gözükmüyor. Yazabileceğim hukukları yazdım (tamam aslında hepsini değil, istemediğim birkaç yeri yazmadım, benim gözümde öcü gibi olan yerleri yazmak pek de mantıklı gelmedi), sonrasında siyaset bilimlerini. Bu gece işletme çarptı gözüme bilkent’in işletmesini yazsam mı acaba diye düşünüyorum. İşletmeyle ilgili tonlarca yorum okudum ve kafam daha çok karıştı: bir kısım 750 tl.ye bile anca iş bulunduğunu söylerken bazıları da daha mezun olmadan P&G gibi şirketlere yapılan başvuruların kabul edildiğini. Tabiki P&G’ye (not ortalaması çok da harika olmadan) kabul edilen Bilkent’liymiş. Bunları yazmalı mıyım yoksa tercih yapmayıp seneye hem istediğim yere girmek hem de bir nebze olsun kırılmış onurumu geri mi almalıyım emin değilim (onurumu geri almak falan deyince sanki 300 yıl önce sürülmüş bir evlat gibi hissettim birden :D ). Sonuç: yok. Ne yapacağımı bilmiyorum ve bu tercih meselesi için çok da vaktim olduğu söylenemez. 

Her neyse şu sıralar Avatar’ı izliyorum. O kadar animeyi Japonca izledikten sonra Avatar’ın İngilizce olması başta garip, oldukça garip gelse de zamanla alıştım. Üçüncü sezondayım, ve oldukça hızlı ilerliyor. Hatta Monster’dan çok daha hızlı ilerliyor. Bunun sebebi birinin diğerinden iyi olması değil zaten tamamen bambaşka kategorideler. Ama Avatar’da 1 bölümde olup biten hikayelerin olması hızlandırıyor olabilir. Sürekli şu kimdi, bu napacak, şunun planladığı ne olabilir, gibi düşüncelere Monster’daki kadar dalmadığım için olabilir. Saçma sapan şeyler var gülünecek ve bu cidden iyi oluyor. Monster’ın tek bir sahnesinde bırakın gülmeyi, hafif bir tebessüm edeceğim sahne bile yoktu. Neyse Avatar bitince ya Legend of Korra’ya, ya Game of Thrones’un ikinci sezonuna ya da Person of Interest’e başlamayı düşünüyorum. Bu aralar pek Kore dizisi izlemiyorum. En son Rooftop Prince izledim ve evet daha yeni izledim. Bütün bir yıl ders çalışmaktan tek bir Kore dizisi bile izlememiştim. Başlarda izleyememek zordu çünkü kaç yıldır izliyordum. Şunu fark ettim ki diziler güzel ama izlenmeden de yaşanıyor. Yani olsa da olur olmasa da moda geçiyorum. Yine de terk etmedim k-drama dünyasını hihi.

Hazır Kore’ye girmişken k-popa da değinsem fena olmaz sanki. Hele de T-ara’nın skandalı patlamışken nihiha. T-ara’yı severim şahsen ama açıkçası üyelerini tanıdığımı pek söyleyemeyeceğim zaten kız gruplarından bir tek 2NE1’ı tam olarak tanıyorum. Diğerini dizilerde falan görmüşsem ayırt ederim. Mesela Eun-Jung gibi. T-ara’nın şarkılarının falan süper oluşunu söylemem gerek yok zaten. Ama şu skandal T-ara olayını tamamen bitirecek olabilir.  20 aydır grupta olan bir üyeyi böyle dışlamak çok garip açıkçası. Üstelik kendi konumlarını korumaları ve piyasaya kesin bir şekilde yerleşmeleri gerekirken böyle açıktan açıktan birini dışlamak pek mantıklı değil. Şirketin tutumu da ayrı olay zaten. Hiç kızı koruyalım, bu kız da bizim sanatçımız diyen yok herhalde. Göndermişler mi ne HwaYong’u? Ki bence hatayı en başından yapmış bu şirket 7 tane kız (sonradan eklenen ikiyi saymıyorum bile) bir araya konulur mu? Bir süre sonra herkes birbirini kıskanır, saç baş falan yolarlar. Tamam ben de kızım ama 7 kızla aynı evde yaşayıp, aynı grupta çalışıp, sürekli onları görmek öldürür beni. Bir yerlerden sürekli bir şeyler patlar. Basit arkadaş gruplarında bile var bu olay, hele de tek sayılı bir grup daha zor örneğin 3 kişilik bir arkadaş grubu düşünün (olayı basite indirgedim bilerek). İçlerinden ikisi mutlaka daha iyi anlaşır, daha çok ortak noktaları falan vardır bla bla… Dolayısıyla ‘ister istemez’ diğeri kendini dışlanmış hisseder hafiften çatlaklar olur. Tabiki herkes için geçerli değil ama genele yayarsak yalan değil. Yine de tüm sorun bu değildir. Azıcık mantıklı insanlar daha duyarlı ve dikkatli davranırlar bu konuda, o çatlakları kapatmaya, kimseye fark ettirmemeye çalışırlar. Hele de kariyerleri buna bağlıysa…

Gece yazma olayını çok sevdim bu arada. Çok sessiz, sakin, dikkat dağıtacak hiçbir şey yok. Şu uçan böcekler hariç tabiki :D . 

Sonuç olarak kafamın içi şöyleymiş gibi geliyor:



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder