Uzun zamandır yazmadığım
için kendimden utanıyorum şu an. Gerçi hiç bir şey yazmıyor değilim ama kendime
özel şeyler yazmıştım neyse.
Evet uzun zaman sonra
özgürlüğüme kavuştum. Haziranda resmen kavuşmuştum ama önce fark edemedim sonra
da üşengeç bünyem yazmama izin vermedi (bahaneler bahaneler..). YGS-LYS
olayından bahsetmiştim, ‘maraton’ kelimesini kullanmamak için çok sarf ettim
tebrik edin beni :D Neysem efenim istediğim üniversiteye çok yakın da
olabilirim çok uzak da tam olarak emin değilim evet puanlar falan açıklandı ama
işler biraz karışık benim cephemde. Bir eşit ağırlık öğrencisi olarak hukuk
istiyorum ben de, çok şaşırtıcı olmasa gerek sanki.
Bugün hayallerimin
üniversitesinin tanıtım gününe gittim bizimkilerle. Bizimkiler: annem, babam.
Hadi hadi durmayın dalga geçin benimle üniversiteye gidecek annesi babasıyla
dolaşıyo diye. Evet ne var hıh :D (bu arada üniversite Bilkent, arada
kaynamasın). Tabi tanıtım yapılan binaya girene kadar maceramız da iyiydi.
Mesela misafir araçların sağdan gitmesi gerektiği yazıyordu bunu babama söylediğimde
sadece sağ şeride geçmekle kalmayıp hemen kampüs girişinde durması, fosforlu
sarı tabelaları göremememiz, sevgili babamın kocaman park işaretini göremeyip
saçma bir yere sapması, en sonunda tanıtım yapılan binanın üzerinde kocaman bir
afiş olmasına ve benim burası burası demelerine rağmen bizimkilerin binanın
önündeki görevlilere tanıtımın nerede yapılacağını sormaları gibi…
Binaya girdim. Tam
beklediğim ortam zaten: hafif bir gürültü, sağda tanıtım için dörder kişilik
masalar, sırtları karekodlu kırmızı tişörtlü Bilkent öğrencileri, hoş tatlı
rahatsız etmeyen bir kalabalık… Hoşuma gitti valla, hafiften kalbimin sesini
duyar gibi oldum.
Hukuk ve Siyaset Bilimiyle
ilgili bilgi aldım, bölüm öğrencileri anlatıyordu. Önce siyasetten bir abi
geldi, dördüncü sınıftı galiba. Maşallah benim soracağım her şeyi anlattı
peşinen. Ammavelakin tabiki benim de sorularım vardı birkaç tane de babamın.
Sağolsun gayet güzel anlattı. Gerçi bir ara tam bizim oturduğumuz masanın yanında
bir grup gürültü yapıp beni uyuz etse de iyi geçti. Yalnız hukukçu abladan
memnun olmadım zira pek düzgün konuşabildiğini söyleyemeyeceğim. Zaten sesini
duymak için çaba sarf ettim bayaa. Sırf kız konuşsun diye birkaç soru sordum
tanıtım kitapçığımdan cevapladı bir kısmını. O sırada da kampüs gezisi varmış
onu haber verdiler de çabucak bu gerilimden kurtulmuş oldum bende.
Tur başladığında minik bir
şok yaşadım çünkü kocaman bir otobüsün içinde iki aileydik sadece. Neyseki
diğer grupla birleştirdiler demiştim sonra ama vazgeçtim. Bizi birleştirdikleri
grup sanki okul değil yurt gezisine gelmiş gibiydi. Bir binadaki 4 ve 2 kişilik
odaları mutfağı sonra ikinci katı vs gösterdiler. Spor salonuna gitmemiz
gerekirken başka bir yurt binasına gittik neden mi? Çünkü tek kişilikleri de
görmek istemişler, “uleyn biz neciyiz bırakın yurduuuu” diye bağırdım tabiki
içimden. Neyse ikinci yurt binasından sonra kütüphaneye geçtik kısa bir gezi,
tanıtım. Sonra bir baktım tur bitti dediler. Uleyn iki yurt binası bir kütüphaneyle
kampüs turu mu olur? Hiç yakıştıramadım ya neyse.
Sonramacıma uzun zamandır
hiç tweet atmamışım onu fark ettim. Bugün attım sonunda. Gerçi birkaç dakika
içinde kaç tweet attım bilmiyorum. En son ne zaman bu hızla tweetlemiştim onu
da bilmiyorum ama tweetleyince hafif bir rahatlama geliyor içime içime sanki.
Neler attım; tabiki BigBang (ben buralarda yokken yapılan Samsun olaylarını da
öğrendim), sonra sevgili Can abi namı diğer LeeLiwiu ya da Metropol Günlüğünün yazarının, Aşk-ı Memnu’nun İspanyollar tarafından alındığını haber verdiği
tweetine cevap atmıştım “Behlül kaçar” olmazsa olmaz demiştim sağolsun o da
cevapladı, sonraaa durun hatırlayamadım oysa en fazla yarım saat önce atmıştım.
Neyse işte aman twitter adresim: vestamit buradan bakabilirsiniz.
Bu arada İspanyol Aşk-ı Memnu işte burada:
Ayrıca bugün çok yakın
arkadaşlarımdan biriyle buluştum birkaç haftadır görmemiştim kendisini. Bilkent
turundan çıkıp onunla buluştum, hemen Örümcek Adam’a iki bilet aldık IMAX (bu
arada IMAX’i deneyin 3D falan hikaye bunun yanında haberiniz olsun). Film
başlayana kadar D&R’a uğradık PS3 için mikrofon aldık. Öyle bir iki tur
attık ve zaman geldiği için salona doğru yollandık. Peter Parker’ı oynayan
çocuk değişti, resmine bile bakmadım alışabilir miyim bu yenisine acaba, derken
yeni Peter’ı çok sevdim. Daha iyi olmuş (oyunculuk açısından değerlendirmiyorum
bu arada :D ). Ama her türlü daha iyi olmuş, ayrıca o Ray-Ban tarzı gözlükten
takmayan kaldı mı onu düşünüyorum bu arada. Peter taktı, Yoochun Rooftop
Prince’de taktı, Lee Min Ho City Hunter’da taktı, Lee Min Ho Personal Taste’de
de takmıştı falan filan işte. Filme geri dönersek her şeyin en başına dönülmesi
açısından iyi olmuş bence Peter’ın anne babasını gördük, halasına bırakılışını,
nasıl örümceğin ısırdığını ve örümcek ısırınca neden süper güçlere sahip
olduğunu da. Bu arada Peter lise son sınıfta bu esnada, ben hafiften
karıştırdım bir an; üniversite için referans mektubu diyorlar bir yandan da
kızımız Oscorp Labaratuvarında stajer asistanı falan o yüzden yani. Sonuç
olarak ana karakterimiz değişti diye izlemeyen varsa hemen gitsin filme zaten
çocuk pek bir iyi görünüyor maşallahı var yani :D
Bu arada Haruhi Suzumiya’yı
izlemeye başladım harika bir anime yalnız bölümleri bir türlü kronolojik olarak
sıralayamadım o yüzden anca iki üç bölüm izleyebildim. Kısaca değinirsek: hangi
kategoriye koyacağımı bilemiyorum, komedi desem yalnızca komedi yetmez, uzaylı
desem o da yetmez galiba ilerde hafiften aşk esintileri de duyacağız gibi ama
en güzel kategoru absürt, garip olurdu sanırım. Cidden absürt bir şey, ama
izleyin cidden süper olmuş. Bölüm biterken ki jenerik gelince şu onuncu
dakikada koyduklarından zannediyorum, 24 dakika ne zaman geçti diyorum kendi
kendime öyle bir şey. Ve ilk defa bir animede böyle oldu.
Hazır
animeden açılmışken; anime sevmeme sebep çocukluğumun animesi Sailor Moon’un
2013te yeni bölümlerinin çıkacağını öğrendim ve feci mutlu oldum birden. Daha
çok var ama olsun beklerim ben.
Başka
bir anime de Monster. Onun için ayrı bir yazı yazmak lazım bence. 74 bölümlük
içinde zerre komedi olmayan ama feci sürükleyici, polisiye denebilecek bir
anime. Her bölümde acaba sonrasında neler olacak diyorsunuz. Her bölümde farklı
teoriler kuruyorsunuz bazıları tutuyor, bazılarınınsa alakası bile
olmayabiliyor. Her bölümde animenin fikirsel çatışmasının içinde buluyorsunuz
kendinizi. Zaten konusunu okuduğunuzda siz de anlayacaksınız ama özetlemek
gerekirse; Kenzou Tenma, Japon ve Almanya’da yaşayan bir doktor. Hastane
müdürünün kızıyla nişanlı, dolayısıyla müdürün, Tenma üzerinde etkisi büyük
üstelik Japonyadan geldiğinde Almanya’da yaşamasını sağlamış ona iş imkanı
falan sağlamış. Tenma feci yetenekli bir doktor bunu zaten neredeyse her
bölümde gözümüze sokuyorlar. Olayların başlangıcını anlatmak gerekirse: Tenma
tüm insanların hayatlarının birbirine eşit olduğunu düşünür ve kendi ahlak
kurallarından ödün vermek istememesine rağmen bir gün hastaneye durumu kritik
iki hasta getirilir, biri sıradan bir Türk işçi diğeri ise önemli bir opera
sanatçısı. Türk işçi daha erken getirilmesine rağmen Tenma müdürün emriyle
sanatçının ameliyatına girer ve Türk işçi ölür. Tenma bunun vicdan azabını
duyarken yine benzer bir olay gerçekleşir ve bu kez hastaneye 10 yaşında
kafasından vurulmuş bir çocukla şehrin valisi getirilir. Müdür tabiki valinin
ameliyatına gönderir Tenma’yı ama Tenma son anda vazgeçip çocuğun ameliyatına
girer çocuk kurtulur vali ise ölür. Nişanlısı Tenma’yı terk eder ve tabiki
müdür de Tenma’nın kariyerinde ilerlemesini engeller. Daha sonra Tenma’nın
sevmediği hatta onun deyimiyle hayatta olmasalar daha iyi olur dediği 3 kişi
öldürülür. Dedektif de bu cinayetleden Tenma’yı sorumlu tutar ancak sorumlu
Tenma değil hayatını kurtadığı 10 yaşındaki çocuktur (Tabiki dedektifimiz bunu
bir türl anlayamadı koca seri boyunca neyse). Aradan 10 yıl geçer Tenma bu
arada başhekim olmuş falan cinayeti işleyenin Johann yani o çocuk olduğunu
anlar ve onu durdurmak için doktorluğu bırakıp Johann’ın peşine düşer.
Tenma’nın yaşadığı çatışma (bence) hayatını kurtardığı bir kişinin onlarca
hatta yüzlerce insanın canını alması kendisinin suçu mudur? Johann’ın
ameliyatına girmeseydi o öldüğü için onca insan ölmeyecekti öyleyse her şeyin
suçlusu kendisi mi? Ya da eğer siz olsaydınız böyle düşünür müydünüz belki de
eğer o çocuğun böyle biri olacağını bilseydiniz yine de ameliyata girer miydiz?
Ahlaki olarak çocuk önce geldiği için girmelisiniz ama onca insan sizin
hayatını kurtardığınız biri yüzünden ölecek…
İşte dahi doktorumuz bu halden,
Bu hale geldi seri boyunca.
Tamam
çok kastık Monster’la. Spoiler vermemek için burada durdum ama gerçekten çok
sürükleyici olduğunu bir kez daha belirteyim. Ayrıca animeyi izleyen varsa
üzerine biraz konuşmak isterim, özellikle sonu hakkında bazı yorumlarım var
sizinkileri de duyup olayı tam olarak kavramayı da.
Evet uzun zamanlık bir
aradan sonra yeniden yazmak son birkaç günde yaptıklarımı anlatmak çok hoştu.
Ayrıca bu ayın 27’sine kadar yazmak zorunda olduğum kısa ama oldukça yoğun ve
her şeyi açıklayabilir bir yazı yazmam gerekli. Dualarınızı esirgemeyin
yaklaşık 1 yıldır bu gün için bekliyormuşum.
Çok güzel ve uzun bir yazı olmuş, ellerine sağlık :)
YanıtlaSilHaruhi Suzumiya bir harikadır. Çok severek izlemiştim zamanında^^
Bilkent iyi bir üniversite. Umarım hayallerini orada doya doya yaşarsın =)
Çok teşekkürler Can abi (umarım böyle demem sorun olmuyordur)
SilBen de çok severek izledim ama indirdiğim yer yüzünden çok sıkıntı yaşadım bitirdiğimde 2 bölümün eksik olduğunu fark ettim. Üstelik ne Haruhi sırası var ne de Kyon. Dumur oldum yani.
Tekrar teşekkür ediyorum uzun süredir Bilkent'in hayaliyle yaşıyordum. İnşallah gidebilirim bakalım :)