Küçük bunalımlar içindeyim. Sanki sinir krizleri gibi.
Dayanılmaz, anlaşılmaz, yenilemez… Yalnız kalmak istediğim anlardan birindeyim.
Aslında “an” demek doğru olmaz bence; koca bir gün yalnızlığın pençesinde
boğulmak istedim. Aynı anda insanların içinde olmak istedim. Belki
güvenebileceğim birilerinin yanında ağlamak… Ama hayır, bunu yapamazdım, nefret
ettiğim şu aptal gururum yüzünden ne kadar güvenirsem güveneyim birilerinin
yanında ağlamak bana göre değil. Birileriyle konuşmak da bana göre değil. Ben
yazayım yeter bana. Bazen yetmiyor. Yazmak sanki benim sabır taşım. Öyle bir an
geliyor ki bazen o taş patlayacak gibi hissediyorum. Hem de içimde, ta en
derinimde, acısını çekip çıkaramayacağım bir yerde sanki. Yalnızlık diyordum;
yalnız olmak istediğimi söyleyip vazgeçiyorum ya. Yalnız kalmak için en
sevdiğim yerlerden birinde yemek yemeye karar verdim. En sevdiğim cam kenarı
zaten doluydu ama yine de dışarının kalabalığını görebileceğim masaları tercih
etmedim. En arkada, en uzaktaki yeri seçtim. Kendi yalnızlığımda boğulayım
diye. Yüzümü duvara dönmek istedim, sırtımı ise insanlara… Yapamadım, insanlara
sırtımı dönemedim. Kendimi daha fazla dibe sokmak istemedim belki de. Dışarının
kalabalığındansa içerinin sıradanlığını izlemeye koyulmuştum. O en sevdiğim
boşaldı sonra. Kendimle tartıştım; oraya geçmeli miyim diye. Önce “Hayır!”
dedim, bir nevi kendimi cezalandırmak için sebepsiz yere. Sonra geçsem mi
dedim, vazgeçtim. Sonunda bir hışımla çantamı, tepsimi toplayarak geçtim. Kısacık
bir andı tüm bu yaşadıklarım. O an anladım ki kaçmak gereksiz, yersiz benimki
gibi bir bünyeye. Çoğu zaman nefret ettiğim kalabalıklar içinde kendimi
buluyorum belki de. Hayır yalan! Kalabalık içinde falan bulmuyorum kendimi. Kendimi
kimsenin yardımıyla da bulmuyorum, yalnızlığımla da.
Peki ben nasıl buluyorum
kendimi?
Ya da bulabiliyor muyum?
Ve hatta arıyor muyum ki?
...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder