Yazmak istiyorum. Şu an deli
gibi yazmak istiyorum. Keşke laptomım yanımda olsaydı dediğim yegane andayım.
Şu sıkıntıdan kaçmak için bir kahve alıp kitabıma gömülmeyi geçirdim aklımdan. Şansıma
sessiz sakindi lakin tam karşımda oturan 3 çocuğun muhabbeti tüm planımı alt
üst etti. Etti mi acaba? Şu an önümde duran kitaba bir türlü odaklanamamam
onların suçu mu sadece? Beynimi yoğunlaştıramamam? Ya da hem bağıra bağıra
ağlamak istemem hem de kendimi deli gibi tutup ağlamamak için bu kadar
kasılmam?
İkilemler dünyamın içine
kocaman bir adım attım, sanki bir daha asla çıkmamasına ant içmiş gibi. Tıpkı içinden
çıkmak için debelenirken daha çok battığın bir balçık havuzu gibi… Biri gelip
elini uzatmadıkça çıkmak neredeyse imkânsız gibi ama aynı zamanda kimsenin
bilmesine izin vermiyorsun, bilseler bile ellerini uzatmalarına izin
vermiyorsun. Gözlerin ıslanıyor ve kendini soyutlamak istiyorsun. Olabildiğince
silinmek dünyadan, aynı zamanda parlamak… Bu dünyada daha önce kimsenin
parlamadığı gibi. Çünkü senin bir amacın var: Nasıl Baki’nin şiir yazma sebebi “bu
dünyaya güzel bir ses bırakmak”sa; seninki de bu dünyaya güzel, hatırlanacak
bir isim bırakmak… Birileri geriye dönüp baktığında senden öncesi ve senden
sonrasının ayrımını yapabilsin istiyorsun. Sonra beynin tüm realistliğiyle seni
bu idealizmden uzaklaştırmaya çalışıyor acımazsızca. İkisinden de vazgeçmek
istemiyorsun sen. Oysa bazen yalnızca bir seçim hakkın olur. Çünkü bu, mağazada
gördüğün iki pantolondan değildir. Eninde sonunda alırsın ikisini de. Ama bu
kez bulunduğun yerden bakınca o iki yol taban tabana zıt yönlere ayrılıyor. Belki
ilerde bir yerde birleşirler, belki de sonsuza dek yaklaşmazlar bile
birbirlerine. Denemen gerekli öğrenmek için. Oysa senin cesaretin yok artık ne
daha fazla ilerlemeye ne de bir seçim yapmaya…
Korkularının esiri olmak en
büyük korkumdu benim. Spot ışıklarıyla kaplı bu siyah tavana bakıp korkularım
nedir diye düşünüyorum: güveler, yılanlar, seçim yapmak, kararsız kalmak,
yalnız kalmak, anlaşılamamak, tercih edilen olmamak… Emin değilim, yine karar
veremiyorum. İçimdeki açgözlü, hiçbir şeyi bırakmak istemiyor. Ne ilerlemeye cesaretim
var ne de ideallerden vazgeçmeye…
Buraya gelmeden önce
arkadaşlarım nereye diye sorduklarında “kendimi mutlu etmeye” dedim. Aynı sırada
aklımda; gidip sessiz bir yerde ağlamak, sinemaya gitmek, başıboş dolaşmak,
kahve içmek gibi fikirler dolanıyordu. En sonunda tam da hiçbir şey yapmamaya
karar vermişken bir kahve yanında yeni başladığım kitap iyi gider diye
düşündüm. Kendimi mutlu etmek diye yola çıktığım her şeyi yalnız yapmaya
çabaladığımı fark ediyorum. Hafif bir hissizlik yaşıyorum şu an. Lakin bomboş
bir hissizlik mi yoksa geri kalan her şey kanıksandığı için yaşanan bir
hissizlik mi bilmiyorum. Aynı anda kafamda tonlarca düşünce birikiyor sonra
birdenbire kayboluyor. Kafatasımın içinde beynim yokmuş gibi hissediyorum.
Her şeyden yazmakla
kurtulacağımı düşünüyorum. Bazen yazdıklarımın içinde kaybolsam, gerçek dünyaya
dönmesem diye düşünüyorum. Sonra yazdığım neredeyse her şeyde, derinlerde bile
olsa, karanlık şeyler görüyorum. Zaten içimdeki karanlık boşluktan kaçmaya
çabalarken bunun yanlış bir adım olduğunu fark ediyorum. En iyisi okuduklarımın
arasında kaybolmak galiba. Canımın istediği kitapta dolaşabilmeyi ya da
beğendiğim bir dizide kaybolmayı diliyorum şu an. Acaba ait hissedebilir miydim
kendimi tüm bu kurmaca dünyalara? Puslu Kıtalar Atlası’ndaki Ebrehe’nin gizli
odalarında dolaşırken, onun kitaplarını okurken kendimi dışlanmış hisseder
miydim ya da Person of Interest’te Finch’in yanında bilgisayar ekranlarından
gözlerimi ayırmasam uzaklaşır mıyım buradan? Ya da bunlar gibi daha onlarcası
belki. Belki tüm bunlara gerek kalmadan uzaklaşmak istediklerimden
uzaklaşabilirim. Belki kaçmama sebep bu korkulardır kim bilir? Aslında belki
kaçmaktan ziyade kendimi böyle kabul etmem gerekiyordur. Hem ne demişti Yoshida
Haru’nun halası “Kabul edilmek istiyorsan önce kendini kabullen.”. Belki tek
yapmam gereken budur. Ama bunu başardığını nasıl anlayacağım ki?
Kendi elimle, kendi içimden
dökülen yazıları bile beğenmekten acizim. Oradan oraya atlayıp, farklı
şekillerde yazıyorum. Hatta bazen yazmak istediğimde kaçıyorum, yazmaktan kaçıyorum
bazen sanki bunda kaçsam kendimden kaçabilecekmişim gibi. Üstelik üst üste onca
şey gelmişken…
Bazı arkadaşlar var ki her
gün görüşmesen, sıkı fıkı olmasan ya da henüz yeni tanışmış olsan bile sebepsiz
yere içinde çokça yer kapıyorlar. Onların mutsuz ya da üzgün olduklarını
öğrendiğinde sen de aynı şeyleri hissediyorsun. Bazen sâfi hisler bazense
elinden hiçbir şey gelmiyor oluşunun verdiği umutsuzluk… Bilinçsizce çoğu kez… Aynı
şekilde, o insanların söylediği tek bir cümle, en basit davranışları seni
mutluluktan havaya uçurabiliyor. Ara sıra düşünüyorsun mesela: sen böyle
hissediyorsun ama acaba onlar senin hakkında ne düşünüyor. Sonra bir ara bunun
çok da önemli olmadığını fark ediyorsun lakin yine de merak ediyorsun. Zaten seni
sen yapan en önemli şeylerden biri bu bitmez tükenmez merakın değil mi? Kararsızlık,
delilik, dinleme ve bilme isteğinle birlikte. Belki bir de korkuların ve aklına
gelmeyen daha başka şeylerle birlikte.
Kafanı kaldırıp baktığında tam
karşında gördüğün minimalist çizgilere benzer şekilde çizilmiş posterimsi bir
resim görüyorsun. Döpiyes giymiş siyah-beyaz bir kadın, bir eliyle doberman olduğunu
sandığın simsiyah bir köpeğin tasmasını tutuyor. Çok zayıf değil kadın. Belki bundandır,
güçlü görünüyor gözüne. Güçlü ve entel. Arka plandaki mavi mi yeşil mi olduğunu
tam bilemediğin o renk biraz daha yumuşatıyor sanki. Neden sonra böyle basit
bir resim üzerine neden bu kadar düşündüğünü merak ediyorsun. Sonra önemsemiyorsun.
Az önce karşında oturan 3
çocuğun yerine oturan çift ve hemen yanıbaşındaki çift hafiften sinirini
bozmuyor değil. Sana fazlasıyla mutlu geliyorlar. Her iki çift de sanki 3 aylık
yaz aşklarına tutulmuş gibi davranıp, konuşuyorlar. Kulağının dibinde
birbirlerini öpüşlerini duymak istemiyorsun. Sebep? Yok. Az önceki kötücül
düşüncelerinden vazgeçiyorsun. Umuyorsun ki gerçekten birbirlerini
seviyorlardır ve hep mutlu olurlar.
Ve son kez kafanı
kaldırıyorsun. Döpiyesli kadının resminin yanında daha canlı daha doygun
renkleri olan başka bir resim görüyorsun. Tam da şu an çalan geleneksel İrlanda
müziklerine benzer oldukça eğlenceli enstrümantal bir şeyler çalıyor. Ne olduğunu
bilmiyorsun ama şu an kendini daha canlı daha emin hissediyorsun. Şu an daha
kararlısın ve bunun farkındasın, şu an kendine depresyon mekânı eylediğin bu
kahveciden çıkmak için hazırlanacaksın. Sonunda içinden ağlamak gelmiyor ve
dışarı çıkmak için hazırsın.
Elveda güzel kahveci; yine
geleceğim. Belki daha kararsız, daha mutsuz… Belki mutluluğumu doruklarda
yaşarken kim bilir?
Ama yine geleceğim...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder