Bir kaç gün önce, uzun süredir aklımda olan bir şeyi yaptım.
Aslında nasıl yapacağım konusunda bir fikrim yoktu, çok tereddüt de ettim.
Sonra birkaç hafta öncesinden yazmaya başladığım yazıyı bitirdim, bitirebildim.
O yazıyı bitirmek için haftalarca çok uğraşmıştım ama becerememiştim. Her
neyse küçük bir şifreleme, sonra kısa bir mesaj. Telefon numarası için çok
uğraşmamıştım, zira birkaç ay önce sadece bir kez gördüğümde ezberlemiştim
bile.
Tüm yazdıklarımı ismi şifrelenen bir blog hesabına ekledim (google
sayesinde artık kendi bloguma giremesem de). Sonuna da küçük bir not: merak
edersen sezar şifresi bu, diye. Belki daha süslü cümlelerdi belki de daha
açıklayıcı emin olamıyorum şu an. Tek sorun şifrelenen kelimenin pek bilinen,
hatta büyük ihtimalle kimsenin bilmediği bir kelimenin olmasıydı. Aslında
kelime bir çeşit karmaydı; bir kelimenin tamamı ve diğerinin bir kısmı. Neyse
ki biraz yardımla çözdü. Kim olduğumu anlaması çok uzun sürmemiştir diye
düşünüyordum nitekim de değilmiş.
Ne oldu? Neden yaptım? Nasıl hissettim? Nasıl hissediyorum?
Bunların cevaplarından emin değilim. Neden yaptım, çünkü
aklımın bir köşesi sürekli beynimi yiyordu. Bilmesi onun hakkı, sonsuza kadar
kendine saklayamazsın diye. Sonra kendi kendime düşündüm. Bir kere, iki kere,
üç kere yetmedi, ne kadar düşünürsem sonunda aklımı kurcalayan cevap
bulamadığım ve muhtemelen asla cevap bulamayacağım şeyler vardı. Başkalarıyla
konuşurken, onlara destek ya da fikir verirken aslında hiç zorlanmadığım aklıma
geldi. Kendimle konuşurken asla böyle olamamıştım, bir çeşit lanet gibi belki.
Sonunda bir şeyi yapmadığın için pişman olmaktansa, yaptığın için pişman ol
mantığıma göre hareket ettim. Tüm bu şifrelemeler falan belki de anlaşılmamak
içindi farkında olmadan emin değilim.
Nasıl hissettim, nasıl hissediyorum; içimde bir yerde şöyle
50 kiloluk kaya varmış gibi ya da kocaman bir hava boşluğu var ve tüm iç
organlarıma baskı uyguluyormuş gibi. Buna benzer şeyler işte. Tüm bunların
sebebinin zaten bildiğim bir şeyin yüzüme vurulmasından dolayı olduğunu
düşünüyorum. Kibar cümlelerle “üzgünüm” demek emin olun karşınızdakine fayda
sağlamıyor. Ne faydası?.. Zaten sevgili beyimizin bir kız arkadaşı varmış, evet
daha önce düşünmedim değil bu ihtimali hatta kızı bile düşünmedim değil. Ama insan
bu şekilde hissedince, kabul etmek hep daha zor oluyor, üstelik ortada benim ‘kesin’
olarak bildiğim bir şey olmaması beni bu durumda az buçuk haklı yapmaz mı?
Neyse beyimiz tarafından facebook’ta arkadaş listesinden çıkarılmıştım;
mantıksız bulmadım açıkçası ben onun yerinde olsam ben de böyle yapardım. Dur bir
dakika ben onun yerinde değilim, hiç olmadım ve büyük ihtimalle hiç olmayacağım
da. Asıl ilgimi çeken beyimizin kız arkadaşının da beni silmesi, ne yani manyak
tipler gibi mesaj atıp rahatsız edeceğimi ya da dizilerdeki gibi kötü, şeytansı
bir görüntüyle ‘bırak onun yakasını yoksa olacaklardan ben sorumlu olmam’ modda
dolanacağımı mı düşündü kim bilir. Garip. Tüm bunlar üzerine tercih yapsam mı yapmasam
mı ikilemi eklenince, beynim patlayacak gibi hissediyorum. Günlerdir kafam
fazlasıyla dolu, zaten duygularımı dış vurmayı pek sevmeyen (aslında çok da
beceremeyen) biriyim. Her türlü duygumu konuşmaktansa yazmayı daha kolay bulan
bir tipim. Ki bu son meselede de (daha açıklayıcı olmak gerekirse aylardır
hissettiğim bir takım duyguları “bir çocuğa” açıklamak) yazmak çok daha kolay
oldu benim için hatta tüm o yazdıklarımı ezberlesem de konuşamazdım onun
karşısında, en azından suratına bakamazdım. Her neyse tüm bunlara karşı ikisini
karşıma alıp vücudumda kalan son enerji parçalarıyla son ses bağırmak
isterdim: “Benim de kendi sınırlarım var tabiki. Bu kadar abartmanıza gerek
yoktu” diye. Gerçi şimdi düşününce ortada abartılmış bir şey olduğunu
göremedim. Hey durun, yine de tüm bu hisler başlamadan önce hep ön planda
tuttuğum mantığım bile kabul etmekte zorlanıyor bazı şeyleri.
Tüm bunlar olurken, beynimi patlatacak derecede düşünürken
bazı şeyleri, tek yaptığım; gülümsemek. Gece olup da yatağına yattığında
ağlayan birisi de değilim artık. Gerçi ne zaman oldun ki? Gece yatağıma yatıp, örtüyü üzerime örttüğümde
her şeyi tüm yaşadıklarımı tekrar tekrar düşünüyorum; her seferinde neyin
neresinde hatam oldu anlamak için. O hataları bir daha asla tekrarlamamak için.
Hayır. Böyle bir şey asla ama asla gerçekleşmiyor, her seferinde kocaman
yanlışlar denizinde yüzerken buluyorum kendimi. Sonra tekrar düşünüyorum, keşke
zamanı geri almam mümkün olsaydı diyorum, ardından kendime “Hatalarımız olmadan
hiçiz üstelik zamanı geri almana imkan yok Meltem dur, kendine daha fazla
işkence yapma bu kadar düşünerek”. Durmamın imkanı yok gibi geliyor bazen her
şey tekrar tekrar başa saracakmış gibi. Keşke bağıra bağıra ağlayabilsem
diyorum belki o zaman içimde dura dura patlayacak olan şeyler gider. Hayır başaramıyorum,
etrafta birileri varken yapamam da, ama yalnızken de başaramıyorum. Aynanın karşına
geçtiğimde beyni düşüncelerle dolu, bunların hiçbirini kimsenin anlamasına izin
vermeyen ve ifadesiz bir kızla karşılaşıyorum. Ama asla içimdeki umudun
gitmesine izin vermeyeceğim, bunu biliyorum. Bazen her şeyi unutmama yardım
eden o umudun gitmesine izin vermeyeceğim.
Tüm bu duygusal bunalımlardan gerçek dünyaya dönersek eğer;
tercih konusunda büyük sıkıntılarım var. Önceki yazımda bahsetmiştim hayalimi
kendimi nereye bağladığımı. Lakin pek mümkün gözükmüyor. Yazabileceğim hukukları
yazdım (tamam aslında hepsini değil, istemediğim birkaç yeri yazmadım, benim
gözümde öcü gibi olan yerleri yazmak pek de mantıklı gelmedi), sonrasında
siyaset bilimlerini. Bu gece işletme çarptı gözüme bilkent’in işletmesini
yazsam mı acaba diye düşünüyorum. İşletmeyle ilgili tonlarca yorum okudum ve
kafam daha çok karıştı: bir kısım 750 tl.ye bile anca iş bulunduğunu söylerken
bazıları da daha mezun olmadan P&G gibi şirketlere yapılan başvuruların
kabul edildiğini. Tabiki P&G’ye (not ortalaması çok da harika olmadan)
kabul edilen Bilkent’liymiş. Bunları yazmalı mıyım yoksa tercih yapmayıp seneye
hem istediğim yere girmek hem de bir nebze olsun kırılmış onurumu geri mi almalıyım
emin değilim (onurumu geri almak falan deyince sanki 300 yıl önce sürülmüş bir
evlat gibi hissettim birden :D ). Sonuç: yok. Ne yapacağımı bilmiyorum ve bu
tercih meselesi için çok da vaktim olduğu söylenemez.
Her neyse şu sıralar Avatar’ı izliyorum. O kadar animeyi
Japonca izledikten sonra Avatar’ın İngilizce olması başta garip, oldukça garip
gelse de zamanla alıştım. Üçüncü sezondayım, ve oldukça hızlı ilerliyor. Hatta Monster’dan
çok daha hızlı ilerliyor. Bunun sebebi birinin diğerinden iyi olması değil zaten
tamamen bambaşka kategorideler. Ama Avatar’da 1 bölümde olup biten hikayelerin
olması hızlandırıyor olabilir. Sürekli şu kimdi, bu napacak, şunun planladığı
ne olabilir, gibi düşüncelere Monster’daki kadar dalmadığım için olabilir. Saçma
sapan şeyler var gülünecek ve bu cidden iyi oluyor. Monster’ın tek bir
sahnesinde bırakın gülmeyi, hafif bir tebessüm edeceğim sahne bile yoktu. Neyse
Avatar bitince ya Legend of Korra’ya, ya Game of Thrones’un ikinci sezonuna ya
da Person of Interest’e başlamayı düşünüyorum. Bu aralar pek Kore dizisi
izlemiyorum. En son Rooftop Prince izledim ve evet daha yeni izledim. Bütün bir
yıl ders çalışmaktan tek bir Kore dizisi bile izlememiştim. Başlarda
izleyememek zordu çünkü kaç yıldır izliyordum. Şunu fark ettim ki diziler güzel ama
izlenmeden de yaşanıyor. Yani olsa da olur olmasa da moda geçiyorum. Yine de
terk etmedim k-drama dünyasını hihi.
Hazır Kore’ye girmişken k-popa da değinsem fena olmaz sanki.
Hele de T-ara’nın skandalı patlamışken nihiha. T-ara’yı severim şahsen ama
açıkçası üyelerini tanıdığımı pek söyleyemeyeceğim zaten kız gruplarından bir
tek 2NE1’ı tam olarak tanıyorum. Diğerini dizilerde falan görmüşsem ayırt
ederim. Mesela Eun-Jung gibi. T-ara’nın şarkılarının falan süper oluşunu
söylemem gerek yok zaten. Ama şu skandal T-ara olayını tamamen bitirecek
olabilir. 20 aydır grupta olan bir üyeyi
böyle dışlamak çok garip açıkçası. Üstelik kendi konumlarını korumaları ve
piyasaya kesin bir şekilde yerleşmeleri gerekirken böyle açıktan açıktan birini
dışlamak pek mantıklı değil. Şirketin tutumu da ayrı olay zaten. Hiç kızı
koruyalım, bu kız da bizim sanatçımız diyen yok herhalde. Göndermişler mi ne
HwaYong’u? Ki bence hatayı en başından yapmış bu şirket 7 tane kız (sonradan
eklenen ikiyi saymıyorum bile) bir araya konulur mu? Bir süre sonra herkes
birbirini kıskanır, saç baş falan yolarlar. Tamam ben de kızım ama 7 kızla aynı
evde yaşayıp, aynı grupta çalışıp, sürekli onları görmek öldürür beni. Bir yerlerden
sürekli bir şeyler patlar. Basit arkadaş gruplarında bile var bu olay, hele de
tek sayılı bir grup daha zor örneğin 3 kişilik bir arkadaş grubu düşünün (olayı
basite indirgedim bilerek). İçlerinden ikisi mutlaka daha iyi anlaşır, daha çok
ortak noktaları falan vardır bla bla… Dolayısıyla ‘ister istemez’ diğeri
kendini dışlanmış hisseder hafiften çatlaklar olur. Tabiki herkes için geçerli
değil ama genele yayarsak yalan değil. Yine de tüm sorun bu değildir. Azıcık mantıklı
insanlar daha duyarlı ve dikkatli davranırlar bu konuda, o çatlakları
kapatmaya, kimseye fark ettirmemeye çalışırlar. Hele de kariyerleri buna
bağlıysa…
Gece yazma olayını çok sevdim bu arada. Çok sessiz, sakin,
dikkat dağıtacak hiçbir şey yok. Şu uçan böcekler hariç tabiki :D .
Sonuç olarak kafamın içi şöyleymiş gibi geliyor: